Racastan eyaletinin başkenti Jaipur; fosforlu renkleri, acı yemekleri, sonsuz gülümseyen insanlarıyla Hindistan'ın en keyifli yerlerinden biri |
AGRA’DAN, JAIPUR’A
Beni takip edenler bilirler, araba
yolculuklarına bayılırım ve dünyanın neresine gidersem gideyim, araya küçük de
olsa, mutlaka bir araba yolculuğu sıkıştırmaya çalışırım. İşte bugün Hindistan’daki
en uzun araba yolculuğunu yapmayı planladığımız gün...
Sevgili şoförümüz Ashok’la çıktığımız bu yolculuk
bize bu seyahatin en unutulmaz anlarını sunuyor; özellikle “frapan” Racastan
eyaletine geçtikten sonra, manzaramız tuhaf, göz alıcı ve muhteşem bir hale
bürünüyor.
Çeşit çeşit insanlar, değişik hayvanlar, içi
tıka basa dolu minik arabalar, yol kenarlarında ve arabalardan uçuşan fosforlu
sariler; elinde çuvalı yol kenarında otobüs beklemekte olan bir kobracı,
develer, maymunlar, üzeri içinden daha kalabalık yolcu otobüsleri; Racastan’da
olduğumuzu bize haber veren fosforlu turban takan esmer ve bıyıklı adamlar; arkasında
“Blow Horn” yani “Korna Çal” yazan süslü ve rengarenk dev kamyonlar; bir
motosiklete beş-altı kişi binen aileler... Bunlar gördüğüm yüzlerce ilginç
enstantaneden aklımda kalanlar... Ve bu anlattıklarım tek tek gördüğümüz şeyler
değil; her şey sürekli ve aynı anda, insanın başını döndüren bir hızda
gerçekleşiyor.
YOLDA ANTİK TAPINAK MOLASI; CHAND BAORI
Gün batımına doğru, kadınların kafalarına çok
parlak turuncu renkte şifon bir örtü taktıkları, bir takım köylerin içinden
geçerek, antik Hindu Tapınağı Chand Baori’ye varıyoruz.
Burada bizi profesör tipli, kibar rehberimiz
Narendra karşılıyor, tanışıyoruz ve tapınağın olduğu tarafa doğru yürüyoruz.
İçeri girerken küçük bir Hanuman tapınağının kenarında dua eden yaşlı bir
kadın, alnımıza bir baharat ile turuncu birer nokta konduruyor, burnumda
baharat kokularıyla kapıdan geçiyorum.
Açıkçası Chand Baori’ye gelene kadar ne ile
karşılaşacağımı bilmiyorum, hakkında çok fazla bilgi bulabildiğiniz bir yer
değil burası...
Bu antik tapınağı gördüğümdeki ilk tepkim;
“Güney Amerika’daki Maya piramitlerinin tam tersi” olduğunu söylemek oluyor.
Şöyle ki; basamaklı bir piramit olarak yukarı uzanmak yerine; aynı şekilde basamakları
olan ters piramit şeklinde bir havuz gibi, yerin altına, aşağıya uzanıyor ve bir
sarnıç mantığında içeriye yağmur sularını biriktiriyor. Bugün inmek yasak olsa
da; basamaklarla aşağı doğru inildikçe zamanında insanların suyun yarattığı
serinlikle rahatça oturmaları için çeşitli platformlar yapılmış. Yani sadece
bir tapınak değil; aynı zamanda insanların bir araya gelip serin serin
oturabilecekleri bir sosyal mekan olarak düşünülmüş... Daha önce hiç görmediğim
tarzda etkileyici bir yapı...
Bir zamanlar, her tarafı Hindu inanışına özgü
kabartma ve heykellerle dolu olan bu tapınağın heykelleri, bölgeye yapılan
yüzlerce Müslüman akınlarının birinde, Gazneli Mahmut ve ordusu tarafından
kırılmış. Ama sanki geçmişin tüm enerjisini içinde biriktirmiş gibi görünen, bu
inanılmaz yapı, kırık dökük de olsa, bugün hala güzelliğini koruyor...
Chand Baori'den kurtulan bir heykel |
Diğer etkileyici olan ise; bu tapınağın kırık
dökük taşlarından, zaman içinde bunun yanına başka bir tapınak yapmış
olmaları... Derme çatma da olsa, gün batımında büyüleyici görünen, bu ikinci
tapınak bugün aktif olarak kullanılıyor.
Bu güzel gün batımında burada olup, bu
manzaraları seyretmek bana; yıkıp-dökmenin hiçbir inanç ya da düşünceyi yok
etmediği gibi; insanoğlunun her zaman, yıkıntılardan bile olsa inancının ya da
düşüncesinin gereğini yeniden inşa edip, aynı şekilde yaşamına devam ettiğini düşündürüyor.
HİNDUİZM HAKKINDA VE BİRLA TAPINAĞI
Bu arada Narendra tapınağın bir köşesinde
durup, bize 3 dakikada Hinduizm’in inanç sistemini anlatıyor. Buna göre; aslında
Hinduizm de tek yaratana inanıyor ve bu yaratıcı tanrının adı Brahma. Hinduların
taptığı kişiselleştirilmiş bütün tanrılar, Brahma’nın birer parçası, uzantısı
ya da yansıması olarak düşünülebilir. Bu hikayede ilginç olan bir nokta da;
Brahma dahil, bütün tanrıların yaratıcı güç elde edebilmek için kadınlarına
ihtiyaç duymaları...
Bunun dışında bütün Hinduların inandığı bir de
üçlü tanrı inancı var; burada yaratıcı Brahma ancak yaratabilmek için karısı
Sarasvati’ye ihtiyacı var; koruyucu Vişnu onun da işlev kazanabilmesi için
karısı Lakshmi var; yıkıcı ve yeniden yaratıcı Şiva’nın da ona güç katan karısı
Parvati var... Ve bu üçlü inancı bir başlangıç olarak alırsak; buradan yola
çıkarak, Hindu inancında bulunan 330 milyon tanrı yavaş yavaş bu hikayede
kendilerine bir yer buluyorlar.
Narendra’ya “neden 330 milyon?” diye
sorduğumuzda; bize “muhtemelen o zamanlar dünya nüfusu 330 milyondu” diye bir
tahmin yürütüyor. Yani Hinduizm de her insanın kendi yaratıcı gücüyle, tanrının
dünyadaki bir yansıması olduğuna inanıyor.
Narendra’nın harika hikayeleri eşliğinde
arabamıza atlayıp, Jaipur’a doğru yola
çıkıyoruz. Yol oldukça uzun ve hava kararmaya başlamış olmasına rağmen,
yolculuğun nasıl geçtiğini anlamıyoruz bile...
Yol boyunca kendisi ile konuştuğumuz konular arasında
ayurveda, kamasutra, Hinduizm’in Budizm’e bakışı, Hint feng shuisi olarak
tanımlanabilecek vastu shastra ve kast sistemi sayılabilir. Hepsi de, antik
bilgiler içeren ve Hindu felsefesinin içinden çıkan bu konular başka yazıların
konusu gibi görünse de, Hindistan ile ilgili yazılarımın içinde zaman zaman
hepsinden parçalar bulabileceksiniz.
Jaipur’a geliyoruz ve günün son durağı,
1980’lerde inşa edilen Birla tapınağı... Modern zamanda yapılmış olmasına
rağmen, bembeyaz mermerden çok şık bir tapınak burası... Gece sarı ışıklarla
aydınlatılıyor ve inci gibi parlıyor... Tapınağa yaklaştığımızda, Narendra bizi
durdurup, Birla tapınağı üzerinde göstererek, Hindu tapınaklarının şeklinin ne
ifade ettiği ile ilgili biraz bilgi veriyor. Buna göre tapınağa yandan
bakıldığında dizlerini kırmış şekilde, yerde oturan bir kadın silueti
görüyorsunuz. İlk ve en yüksek kubbe, kadının kafasını; ikinci yükselti,
kadının kırılmış dizlerini temsil ediyor. Tapınağın kapısı ve içeri girilen
kısmı ise kadının rahminin olduğu seviyeye yerleştiriliyor, çünkü kadın rahmi
hayat veren...
Birla’nın en önemli özelliği içinde dünyadaki
bütün inanışların kurucu ya da peygamberlerinin; önemli filozofların heykel
veya kabartmalarının bulunması; Hz.İsa’dan, Budha’ya; Sokrates’den, Hz. Musa’ya
dünya düşünce tarihinin tüm önemli karakterleri bu tapınakta bir köşeye
konulmuş. Resminin yapılmasının yasak olması nedeniyle; Hz. Muhammed burada
bulunmuyor, ama bu durum onu kabul etmedikleri anlamına gelmiyor. Böyle bir
mekanı görüp de hayran olmamak elde değil, tüm inançlarla barış içinde, asimile
etme derdinde olmayan bir bakış açısının ürünü bu tapınak... John Lennon
görseydi, çok hoşuna gideceğine eminim...
HAVA MAHAL
Ertesi güne, erkenden dört bir yanımızda kaval
çalmakta olan kobracılarla birlikte, Janpath çarşısının ortasında yükselen ve pembe
bir bal peteğini andıran saray; Hava Mahal’in önünde başlıyoruz.
Hava Mahal |
Hava Mahal, soylu kadınların dantel gibi
işlenmiş, incecik mermer pencerelerin arkasından halka görünmeden, dışarıyı
izleyebilmeleri için yapılmış, şık bir saray… Dışarıdan bile bir biblo gibi
güzel görünen Hava Mahal’in en üst katından görünen şehir sarayı ve Jantar
Mantar manzarası paha biçilmez...
AMBER KALESİ
Vakit kaybetmeden Amber Kalesine geliyoruz,
güne bu kadar erken başlamamızın asıl sebebi, tepedeki kaleye fillerle çıkmak
istememiz ve bunu yapmak için erkenden gidip, sıraya girme gerekliliği…
Sıraya doğru yürürken, önümüzü kesen onlarca
satıcı ve kobracılardan kurtulmayı başarıyoruz ama köprünün üzerinden bize
doğru yürümekte olan yavru filin sevimliliğine yeniliyoruz. Burnunun üstünü
sevip, kendisiyle biraz oynadıktan ve fotoğraflar çektikten sonra filin
sahibine biraz para veriyoruz. Bu oldukça yaygın bir adet… Hindistan’da
fotoğrafını çektiğiniz, nefes alan her şeye bahşiş veriyorsunuz, ya da hızlı
kaçmanız lazım. Fil sırası beklerken yine rengarenk sariler giymiş, çöpçü
kadınlar iş başında; fotoğraflarını çeken turistlere yaklaşıp, bizim için
tanıdık bir hareket olan, işaret ve baş parmaklarını birbirlerine sürterek para
istiyorlar ve siz verene kadar da gitmiyorlar…
Eğlenceli ve nispeten kısa bir bekleyiş
sonrası bizim için iki fil geliyor. Birine annemi ve babamı baş başa
bindirdikten sonra, ben de tek başıma bir başkasına biniyorum … Benim fil hızlı
hızlı önce annemleri geçiyor, sonra herkesi bir bir geçiyor. Bu arada hızlı
hareket ettiği için ben de üzerinde tuzluk gibi, bir o yana, bir bu yana
sallanıyorum, az sonra kalenin kapısından giriyoruz… Dev meydana filin sırtında
girip, davul sesleriyle karşılanınca iyice havaya giriyorum… Bu arada benim fil
jokeyi de çılgınca bahşiş derdinde, inerken kendisine 50 Rp (1 Dolardan az)
bahşiş verip, iniyorum. Etrafımdan filler dönüp dururken, ben de bir süre bu
harika meydanın tadını çıkarıyorum… Ancak bizimkiler ortada yok; 15 dakika
sonra annemle babamı taşıyan fil, isteksizce meydana giriyor; bizimkilerin
keyfi çok yerinde, yan fillerle kamera değiş-tokuşu filan yapıyorlar. Meğer
Amber’in en tembel filini bulmuşlar; öyle ki fil meydanda bile 3-4 file yol
veriyor.
Bu keyifli deneyim sonrasında, yine
Narendra’nın güzel hikayeleri eşliğinde Amber kalesini gezmeye koyuluyoruz.
Burası şimdiye kadarkilerin en güzeli; dantel gibi mermer pencerelerden içeri
sızan altın güneş, etrafta uçuşan sariler, aşağıdaki gölde bir yemyeşil ada
gibi duran bahçe; başlı başına bir sanat eseri gibi olan aynalı oda…
En unutamadığım ise göle bakan ve dantel gibi
mermer pencereleri olan küçük oda… Sanki bu oda öne doğru çıkmış ve havada
duruyor gibi, pencerelerinden aşağıdaki göl ve ortasındaki bahçeyi
görüyorsunuz; kafanızı kaldırdığınızda karşıdaki dağlar ve onları çeviren
surlar göze çarpıyor. Solumuzdaki pencereden dışarı bakınca, binanın pervazına
yapışık dev arı kovanları dikkatimizi çekiyor; Narendra oradaki balların asla
toplanmadığını; bu kovanların belki de yüzlerce yıldır orada olduğunu söylüyor.
Amber Kalesi, başkent Jaipur’a taşınmadan
önce, Rajput hanedanlığı tarafından yönetilmiş. Bu hanedanlığın en önemli
özelliği evlilik yoluyla, özellikle Babür’le çok sıkı bir ilişki kurmuş ve hep barış
içinde yaşamış olması, hatta Akbar’ın meşhur Hindu eşi de bu ailenin kızı... Genellikle
barış içinde yaşamış olmaları sebebiyle kale hiç zarar görmemiş ve iyi
korunmuş, aynı zamanda gerçekten çok keyifli, güzel ve zarif bir yer...
Kaleden çıkarken yol boyunca yine birçok kobra
oynatıcısı görüyoruz. Kobra aslında kendisine doğru çalınan kavalı, kendisine
saldıran bir başka yılan olarak algıladığından, doğada da kendini korumak için
yaptığı, saldırı dansını yapıyor. Yani konunun müzikten çok, kavalın hareketi
ve şekliyle ilgisi var... İzlemesi oldukça ilginç...
JAL MAHAL
Amber kalesinden çıkınca, Amber ile Jaipur
arasındaki Man Sagar gölünde bulunan yazlık saray “Jal Mahal” yani Su Sarayına
gidiyoruz. Racastan bölgesinde örnekleri sıklıkla görülen, Rajput ve Mughal
mimarilerinin karışımının iyi bir örneği olan bu saray, adını gölünün ortasında
bulunmasından alıyor. Zarif endamıyla boy gösteren bu şık yazlık saray; biz
oradayken ziyarete kapalıydı, ama her zaman kıyıdan bir sandal kiralayarak,
sarayı daha yakından görmek mümkün... İçine girilmemesi sebebiyle, biz de bir
çok seyyar satıcı ve çeşit çeşit insan manzaralarıyla dolu yürüme yolunda
yürüyerek, bu güzel sarayı yalnızca kıyıdan izlemekle yetiniyoruz.
JAIPUR ŞEHİR SARAYI VE SÖMÜRGE DÖNEMİNDEN HİKAYELER
Jaipur’a geri dönüyoruz, şehir bayram havasına
iyiden iyiye kendini kaptırmış durumda; her yer boya satan rengarenk
tezgahlarla dolu; daha erken olmasına rağmen etrafta itinayla balonlara boyalı
sular dolduran ya da şimdiden birbirine boya atan çocuklar türemeye başlamış
bile; uzaktaki aileler birleşmiş, müzeler kalabalık aile gruplarıyla dolu...
Jaipur’da erkeklerin taktığı fosforlu renkteki
turbanlar çok fotojenik. Aynı zamanda bayram olduğu için herkes en şık
kıyafetlerini giymiş, etrafta dikiliyor ve fotoğraflarını çektiğinizde sizden
para isteyebiliyorlar.
Kendi hallerinde dans edip, eğlenen bir grup... |
Jaipur şehir sarayına geliyoruz, içerideki
avluda Holi festivaline özel bir şarkıyı çalıp-söyleyerek, dans eden bir grup pembe türbanlı adam bütün ilgiyi üzerlerine çekmiş durumda. Bir süre onları
izliyoruz... Tamamen kendilerinden geçerek, büyük bir keyifle dans ediyorlar,
Holi ruhu da tam olarak böyle bir şey diyor Narendra; senede bir kere yiyip,
içip, biraz kendimizden geçip, gerçekten kendimizi bıraktığımız, gerçek bir
bayram...
Dans bitince sarayın içine doğru ilerliyoruz.
Burası bir kaç bölümden oluşan bir saray kompleksi olarak Jaipur’un ortasında
yükseliyor. Halen büyük bölümü Rajput ailesi tarafından kullanılan bu saray, içindeki
yaşam günümüze kadar ulaştığından, bundan önce gördüklerimizle kıyaslandığında,
daha modern ihtiyaçlara göre düzenlenmiş... Mimarisi Rajput, Mughal ve
Avrupa’dan etkilerle şekillenmiş bir füzyon olarak tanımlanabilir. Burada
görülecek en çarpıcı kısım; iç avluda dört mevsimi simgeleyen, her biri
birbirinden farklı dört kapı... Her bir kapının bir konsepti var; tavus kuşu,
lotus, gül ve papağan... İçlerinde en meşhuru ise sonbaharı simgeleyen tavus
kuşu kapısı...
Gül kapısı |
Sarayı dolaşırken onlarca hikaye anlatıyor
Narendra, keşke sayfalar yetse de bunların her birini buradan sizlerle
paylaşabilsem... Mesela, İngilizlerin Hindistan’ı ele geçirirken, Racaları
nasıl manipüle ettiklerine dair birbirinden hoş hikayeler var... Ama küçücük
bir özet yapacak olursak, İngilizler Hindistan’ın birbirinden farklı
bölgelerini daha kolay yönetmek için, racaları bir fırsat gibi görmüşler. “Siz
raca değil “maha*-raca” sınız” gibi bir söylemle, racalar için yepyeni unvanlar
ve bir sürü madalyalar icat edip, onları bir İngiliz asilini donatır gibi donatmışlar.
Bu yöntemlerle, biraz gözlerini boyamış ve böylece iş birliği yapmalarını
sağlamışlar... Hindistan’ı sömürdükleri dönem boyunca, bütün bu saraylarda
ihtişam içinde ağırlanmış ve özellikle racalarla sıkı ilişkiler kurarak çok
daha etkin bir şekilde Hint halkını “tatlı tatlı!” sömürmüşler... Şimdi bir
Hintliye sorduğunuzda; hayatımızda hiçbir zaman, İngilizler 1947’de çekildiği
zamanki kadar fakir olmadık, diyorlar. Açıkça belli etmeseler de, İngilizlere
karşı pek hoş bakmadıkları her fırsatta hissediliyor.
*Racaları
biz de “mihrace” olarak tanıyoruz, ancak Hintçede “büyük” anlamına gelen “maha”
eklemesi, raca kelimesinin önüne, sadece İngilizler zamanında eklenmiş.
MİHRACE JAI SINGH VE ROLLS-ROYCE
Racalar demişken, İngilizlerin Hindistan’ı
yönettiği dönemden, çok hoşuma giden bir hikayeyi paylaşmak istiyorum;
Racastan Mihracesi Jai Singh, İngiltere’ye
gidiyor, günün sonunda toplantıları bitince, sıradan kıyafetlerini giyip,
Londra sokaklarında yürüyüşe çıkıyor... Çok geçmeden bir Rolls Royce
mağazasının vitrininde duran, son model arabaları görüyor ve çok beğeniyor. Arabanın
fiyatını sormak için Rolls-Royce mağazasına giriyor. Ancak satıcı Mihracenin
kıyafetini beğenmiyor ve bu arabaların kendisine uygun olmadığını, söyleyerek
onu biraz aşağılıyor. Mihrace uzatmadan dükkandan çıkıyor. Oteline dönünce, adamlarına
Rolls-Royce genel müdürlüğünü arattırarak, son çıkan modelden birkaç adet almak
istediklerini iletiyor. Rolls-Royce genel müdüründen müthiş bir iltifat görerek,
bir gün önce neredeyse kovulduğu, o mağazaya karşılama törenleri eşliğinde geri
dönüyor; son çıkan modelden altı adet satın alıyor ve Hindistan’a dönüyor. Bu
arada arabalarını da hemen bir gemiye yükleyip, peşinden gönderiyorlar.
Rolls-Royce’lar gemiden iner inmez, Mihrace’nin
emriyle önlerine birer süpürge takılarak, şehre çöp arabası olarak tahsis
ediliyor. Bu olay sadece Hint basınında değil, İngiliz basınında da geniş yer
buluyor. Böylece marka ciddi bir prestij kaybına uğruyor ve satışları ciddi
şekilde düşüyor. Rolls Royce defalarca özür diliyor ama; Mihrace dünyanın en
prestijli arabası Rolls-Royce’un prestijini sağlam bir şekilde sarsmış oluyor.
İngiliz sömürgesi olmak Hindistan’ın
zenginliğinden çok şeyler götürmüş olsa bile; kültürünü silememiş. 2015’in
global dünyasının penceresinden bakıp da değerlendirirsek; tüm Hint halkı
mükemmel İngilizce konuşuyor, hatta bölgesel olarak farklı diller konuşulan bir
memleket olduğu için, İngilizce zaman içinde birbirleriyle iletişim
kurabilmelerini sağlayan, birleştirici bir dil olmuş. Bugün İngiltere’nin ve
dünyanın en iyi okullarında mühendisler ve iş adamları yetiştiriyorlar. Bilişim
sektörünü ve uluslararası şirketlerin üst düzey yönetim kadrolarını domine
ediyorlar.
Yeni diyeceğim şu ki; başlarına gelen bu
talihsiz olayı; bugün avantajlarına çevirerek; adeta küllerinden doğup, dünyada
söz sahibi bir millet olmayı başarmışlar.
JANTAR MANTAR
Asıl anlamı “ölçüm cihazı” olsa da; “Jantar
Mantar” aslında Hindu dilinde “abraka dabra” anlamında da kullanılıyormuş. Zaten
kapıdan içeri girdiğiniz andan itibaren de ikinci anlamına uygun bir “harikalar
diyarında” olduğunuzu hissetmemeniz imkansız. Jaipur’u kuran Raca II. Jai
Singh, astronomi ve astrolojiye olan tutkusunu; sarayının hemen karşısında bu
eşsiz gözlem evini yaparak, ölümsüzleştirmiş. Üstelik bununla da kalmamış Jai
Singh, Jaipur’daki muhteşem eserinden sonra, Hindistan’ın farklı bölgelerinde
dört farklı gözlem evi daha yaptırmış.
Jai Singh, Jantar Mantar’ın inşaatına
başlamadan önce bu projede görev alacak, farklı alanlarda uzman olan bilim
adamlarını, dünyadaki farklı örnekleri ve gelişmeleri öğrenmeleri için, Hindistan dışına gönderecek kadar geniş vizyonlu bir mihraceymiş.
Jantar Mantar 14 farklı cihaza ev sahipliği
yapıyor; bunların ikisi farklı boyutlarda ama oldukça geniş kapsamlı güneş
saatleri; diğer 12 tanesi ise burçlarla ilgili yıldız pozisyonlarını
ölçümleyemeye yarayan cihazlar.
SON SÖZ
Jaipur, şimdiye kadar Hindistan'da gördüğümüz şehirlerinden çok farklı... Bu farkı tek kelimeyle nasıl tarif edebilirim, diye düşündüğümde bütün pozitif anlamlarıyla “frapan” uygun bir sıfat
olurmuş gibi gelse de, eksik kalıyor.
Daha zengin, daha renkli, daha parlak, daha karakterli, daha gösterişli, daha sanatsal, daha keyifli, daha neşeli desem? Tüm bu tabirler doğru olsa da, bu muhteşem şehri tarif etmeye yeterli olmuyor... Jaipur’u tarif etmek için farklı bir kelime icat etmek lazım ya da sadece gidip görmek...
Daha zengin, daha renkli, daha parlak, daha karakterli, daha gösterişli, daha sanatsal, daha keyifli, daha neşeli desem? Tüm bu tabirler doğru olsa da, bu muhteşem şehri tarif etmeye yeterli olmuyor... Jaipur’u tarif etmek için farklı bir kelime icat etmek lazım ya da sadece gidip görmek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder