26 Aralık 2014 Cuma

PARİS JE T’AIME-ÖNERİLER


Birkaç defter dolusu Paris anısı, yazılmayı bekleyedursun ben sizinle kendi Paris tavsiyelerimi paylaşayım...

OTEL vs EV KİRALAMAK
Paris’te çok fazla otel deneyimim yok, bu sebeple size otellerle ilgili bir tavsiyede bulunmayacağım. Ancak artık popüler bir trend haline gelen, ev kiralamak her zaman tavsiye edebileceğim bir alternatif...

Böylece Paris’in güzel bir mahallesinde bir dairede yaşamayı deneyimleyebilirsiniz. Mesela sabahları köşedeki “boulangerie”den alınan taptaze “croissant”larla kahvaltı ya da eve girmeden mahalle kafesinde içilen birer kadeh şarap veya birer fincan “noisette” gibi Paris yaşantısının basit keyiflerine varabilirsiniz.

www.airbnb.com sitesine girdiğinizde Paris’in bir çok mahallesinde çeşit çeşit ev alternatifleri içinden mutlaka zevkinize göre bir şeyler çıkacaktır. Tavsiye edeceğim mahalleler: 6. Bölge yani St Germain civarı ve 4. Bölge yani meşhur Marais... Üstelik ev kiralamak, özellikle kalabalık olunduğunda çok daha hesaplı bir alternatif haline geliyor.

ŞEHRİN TADINI ÇIKARMAK İÇİN BİRKAÇ FARKLI ÖNERİ
-Bisiklet kiralamak: Paris’i bisikletle keşfetmek isterseniz ya da sadece bir yerden bir yere bisikletle gitmek isterseniz, http://en.velib.paris.fr adresinde Paris’in bisiklet kiralama sistemi ile ilgili gerekli bilgileri bulabilirsiniz.

-Kültür yürüyüşleri: İsterseniz Paris bit pazarı turu, ya da Hemingway’in izinde bir yürüyüş... Paris’e gitmeden önce tur programlarına bir göz atıp, size uygun bir şeyler olup olmadığına bakabilirsiniz.  http://www.paris-walks.com
Daha eşsiz ve özel deneyimler için bu linke bir göz atmanızı öneririm. http://blog.contexttravel.com/category/paris

-Musee del Orangerie: Paris’teki favori müzem... Hem aydınlık, hem Monet’in Nympheleri burada, hem de hoş bir empresyonist koleksiyonuna sahip http://www.musee-orangerie.fr

-Bateau Mouche: Evet bu turistik bir nehir turundan başka bir şey değil, sonuçta biz de turistiz. Güneşli bir günde şehri Seine üzerinde giderek görmek harika bir deneyim...  http://www.bateaux-mouches.fr/en

-Piknik: Güneşli bir günde Paris’in birbirinden güzel parklarında ya da Seine kenarı boyunca keyifli bir piknik için önerileri ve bu mekanların yakınındaki piknik alışverişi için ideal noktaları bu linkte bulabilirsiniz; http://parisbymouth.com/best-picnic-paris

-Manzara izlemek için ilginç bir alternatif: Arc de Triumph’un üzerinden şehre bakış mümkün, isterseniz asansörle de çıkabilirsiniz. (Giriş: 8€)

-Bit Pazarı: Paris’in en meşhur ve dünyanın en büyük antika pazarı Porte de Clignancourt’da kuruluyor, antika sevenler bu muhteşem pazarı kaçırmamalılar. Açık olduğu günler; Cumartesi, Pazar, Pazartesi

-İlginç bir dükkan: Marais'de dolaşırken ilginç bir dükkan görmek isterseniz. St Paul'e doğru yürüyüp; yalnızca absinthe ve absinthe ile alakalı malzemeler satan Vert d’absinthe isimli dükkana uğrayabilirsiniz. Hem şanslı gününüzdeyseniz, Drakula ile de tanışmış olursunuz. (11 rue d'Ormesson)

KAFELER
Klasik Paris sokak manzarası deyince genellikle kafeler akla gelir. Bana göre Paris’in en eski ve klasik kafeleri en güzelleri... Bu sebeple aşağıda Paris’teki en güzel klasik kafelerin bir derlemesini bulacaksınız;

LES EDITEURS (4 Carrefour de l'Odéon)
Lokasyonu, kütüphanesi ve mutfağının iyiliği ile açık ara favorim... Burada kahvaltı da oldukça iyidir.

LA PALETTE (43, Rue de Seine)
Paris’teki bir numaralı buluşma adresimiz. Birer kadeh akşam üzeri şampanyası içmek için harika bir lokasyon, etraftaki bohem sanatçı kalabalığını da unutmamak lazım…

LES PHILOSOPHES (28, Rue Vieille du Temple)
Hip mahalle Marais’in göbeğinde klasikleşmiş bir cafe...

LE FUMUOIR: (6 Rue de l’Amiral de Coligny)
Louvre’un hemen yanında yine içerisinde bir okuma alanı da bulunan çok güzel bir kafe... Yer bulmayı başarırsanız sakın kaçırmayın...

Aşağıdaki iki kafe tarihi geçmişleri nedeniyle Paris’in en meşhurları; ancak bu kafelere turistik demek büyük bir haksızlık olur, zira oturduğunuzda çoğunluğun halen Parislilerden oluştuğunu göreceksiniz. Yanyana konuşlanmış bu iki kafe oturup etrafı izlemek için de çok idealler.

LES DEUX MAGOTS (6 Place Saint-Germain-des-Pres)

CAFE DE FLORE (172, Boulevard St Germain)

Farklı bir mutfak denemek isterseniz:
BREIZH CAFE (109 Rue Vieille du Temple)
Hip mahalle Marais'de de brunch ya da öğle yemeği için orjinal bir adres…
Breizh Bretonca “Breton” anlamına geliyor. Burası da Breton mutfağının en meşhur yemeklerinden Galette (yani tuzlu krep) konusunda uzmanlaşmış bir kafe... Şanslıysanız bazen günlük olarak istiridye de bulunabiliyor. Herşey çok lezzetli... Kesinlikle tavsiye ederim…

RESTAURANTLAR
Klasikler
BRASSERIE LIPP (151, Boulevard Saint-Germain)
Bir Paris klasiği olması açısından burada yemek yemek önemli bir deneyim… Aynı zamanda geleneksel Fransız mutfağının da iyi bir örneği…

CHARTIER (7 Rue du Faubourg Montmartre)
Oldukça eski ve atmosferik bir restaurant olan Chartier bir Fransız restoranından beklediğiniz herşeyi verebilir. Burada günlük menüler ve 100 yaşındaki aksi garsonlarla unutulmaz anlar yaşarsınız. Ördek menülü bir güne rastlarsanız şanslısınız, kaçırmayın. (Chartier son yıllarda çok fazla keşfedildi ve populer oldu, yer bulmak çok zor bilginize)

Ortam:
LE TRAIN BLEU (Gare de Lyon, Place Louis Armand)
Garın içindeki bu eski restoran 2014 yazında yenilendi ve bunu takiben fiyatlarını da yükseltti. Geleneksel Fransız mutfağının en iyi versiyonu mu? Hayır! ve bu durum da burayı gereğinden pahalı bir mekan haline getiriyor ama gerçek bir Art Deco Paris ortamı görmek için burada küçük bir öğle yemeğine değebilir. Paris’te Art Deco dönemin en iyi korunmuş örneklerinden bir tanesi...

İstiridye’de tek adres;
HUITRERIE REGIS (3, Rue Montfaucon)
İstiridye sever misiniz? Eğer seviyorsanız burası tek adres, minicik bir dükkan, sadece istiridye ve çok iyi şarap var. Mabillion metrosunun hemen karşısında.

Modern Fransız:
LE COMPTOIR DU RELAIS (9 Carrefour de l’Odeon)
Le Comptoir’de akşam yemeklerinde mevsime göre değişkenlik gösteren bir set menü var, ayrıca peynir büfesi mükemmel... Yer bulmak çok zor olduğundan akşam yemeği için çok önceden rezervasyon yaptırmak gerekir.
Öğle yemeği için daha hafif Brasserie menüsü sunan restoran öğle yemeği için rezervasyon almadığından, önünde oluşan sıraya bir süre dayanabilirseniz, oturacak yer bulursunuz.

LA PETITE COUR (8 Rue Mabillion)
Her gidişimde daha da çok sevdiğim La Petite Cour çok lezzetli ve yaratıcı bir menüye ve ilkbahar yaz aylarında aktif hale gelen romantik bir avluya sahip…


LE PAPILLES (30 Rue Gay-Lussac)
Tüm otoritelerden tam puan alan bu harika bistro her akşam birbirinden farklı; ancak tek bir set menü sunuyor. Evet ne yiyeceğinizi restoran seçiyor, ama burada tadacağınız herşeyin birinci sınıf olacağından da emin olabilirsiniz. Kaliteye göre oldukça iyi bir fiyata yiyebileceğinizi de ayrıca belirtmek isterim. İyi fiyata mükemmel bir yemek için kesinlikle tavsiye ederim.

LE 6 PAUL BERT (6 Rue Paul Bert)
Geleneksel Fransız mutfağını modernize ederek sunan bu küçük bistro, iyi şarap menüsü ve tapas stili küçük lezzetli tabaklarıyla ünlü...

GARANCE (34 Rue Saint-Dominique)
Ilk açıldığında gittiğimiz bu iddialı restoran, meşhur L’Arpege’in eski “sommelier”i Guillaume Muller ve şef Guillaume Iskander’in açtığı bir mekan. Muller bütün konuklarla tek tek ilgileniyor, yemekler son derece yaratıcı ve şiir gibi diyebilirim; kav oldukça özel şaraplarla dolu ve kadehle tatma imkanı oldukça geniş... Dilerseniz mutfak barında yemeklerin nasıl piştiğini izleyerek de oturabilirsiniz. Mekan cumartesi ve pazar kapalı…

ZE KITCHEN GALLERIE (4 Rue des Grands Augustins)
Paris’in son dönemde parlayan restoranlarından bir tanesi, akşam menüsü oldukça pahalı; ancak öğlen menüleri nispeten ucuz sayılabilir. Denemeye değer…

FRENCHIE (5-6 Rue de Nil)
Chef Grégory Marchand için Fransa’nın Jaime Oliver’i deniliyor. Menü Paris pazarlarına gelen malzemenin en iyisinin mevsimine göre seçilmesiyle oluşturuluyor. Frenchie de şarap konusunda iddialı restoranlardan…
Çok önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.

MÜKEMMEL KAHVALTININ PEŞİNDE:
Claus'un menüsünden bir detay

Claus'un Rive Gauche kahvaltısından bir detay

Claus'un Rive Gauche Kahvaltısından Granola ve tartolet

Önce kahvaltı adresleri;
CLAUS (14 Rue Jean-Jacques Rousseau)
Paris’in en mükemmel kahvaltısı burada…

HOLLYBELLY (19 Rue Lucien Sampaix)
Pancake seviyorsanız burası…

LA PATISSERIE BY CYRIL LIGNAC
Burası mükemmel bir pastane... Geleneksel Fransız kahvaltısının en iyi versiyonu için...

Uzun bir gece sonrasında sağlam bir brunch için;
EGGS&CO (11 Rue Bernard Palissy)
İyi bir brunch menüsü var. Kahvaltıda da açık...

L’ECHAPPEE (64 Rue de la Folie Méricourt)
İçinde bir de Spası bulunan güzel bir brunch mekanı…

LES ENFANTS PERDUS (9 Rue des Récollets)
Zengin ve yaratıcı bir Pazar brunchu için

NOT: Genellikle brunchlar 12.00’de başlıyor, 15.00’de bitiyor. Ve saatler konusunda genellikle gereğinden fazla ciddiler...


25 Aralık 2014 Perşembe

PARİS JE T’AIME


Bundan tam 14 sene önce tanıştığımızda eşim Okan Paris’te; ben ise Ankara’da öğrenciydik... O zamanlardan, bu zamana defalarca Paris’e gittim, bu zaman içinde Paris değişirken, onunla birlikte ben de olgunlaştım diyebilirim. İnsanın kendisi için çok fazla şey ifade eden bir şehir hakkında yazması gerçekten çok zor...

Bugün gittiğimizde artık çoluğa çocuğa karışmış olan arkadaşlarımızla paha biçilmez vakitler geçirmeyi; bazen yeni bir şeyler keşfetmeye tercih ediyor olabilirim. Zira Paris’te mutlu olabilmek için en “hip” yeri keşfetmeye gerek yok; Pont des Arts’ın üzerinden manzaraya bakmak yeterli... Zaten Paris’i de Paris yapan bu...

Bu yüzden sizlerle birbirinden ayrı zamanlarda Paris’te yaşanmış bir kaç “an”ı paylaşmak istedim. Tavsiyelerimi de ayrı bir yazıda paylaşacağım.

PARİS’TE BİR BAHAR GÜNÜ
“Bugün sanırım bu güzel şehirde geçirdiğim 3. doğum günüm... 31 yaşımda oldum ve hayatımda ilk defa yalnız vakit geçirmekten bu kadar mutluyum.

Öğlen, yıllar önce Sartre’ın, Hemingway’in vakit geçirmekten hoşlandığı bir St Germain kafesi; Le Deux Magot’da kendime bir doğum günü ziyafeti çekiyorum. Hava ışıl ışıl, Paris sokaklarında bahar havası esiyor; uzun boylu garson roze Sancerre’i kadehime doldururken gülümsüyor. Mayıs olduğundan taze kuşkonmaz menüsü çıkmış; bahar güneşi kemiklerimi ısıtırken, kuşkonmazlarımın gelmesini bekliyorum büyük bir keyifle... Bir yandan bu yazıyı yazıyorum; bir yandan da insanları izliyorum.
O gün Le Deux Magots'a oturmadan önce çektiğim fotoğraf

İstanbul’da yaşarken nasıl farkına varmıyorsak ne kadar güzel bir şehirde yaşadığımızın; Fransızlar da farkında değiller Paris’in büyüsünün... Onlar da rutin hayatın koşuşturmacası içinde kayıplar. Bir an rutinimden çıkabildiğim ve bir Çarşamba günü Paris’in tadına varabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum.
Arkamdaki İngilizler Oscar Wilde’ın ölüm yatağını ve mezarını görmek istediklerinden bahsediyorlar. Hani şu Pere Lachaise mezarlığında, üzeri öpücük izleriyle dolu olan mezar... Mezarlığın güzelliğini ve benim de bir zamanlar Jim Morrison’un mezarını görmek için oraya gittiğimi hatırlayınca, eleştirecek bir şey yok gibi görünse de; çok direkt bir açıdan bakarsak “Neden hayran olduğumuz insanların ölümleriyle ilgili bir şeyler görmek isteriz?” diye düşünmeden edemiyorum. “Onların da ölümlü insanlar olduğunu kendimize hatırlatmak için mi?” yoksa “Ölümlü insanların da hayran olmaya değer olabileceği gerçeğinden güç almak için mi?”... Kendi açımdan bu soruyu yanıtlamaya çalışıyorum bir süre, ama cevap çok da netleşmiyor kafamda...

Öğle yemeğinden sonra St Germain’in ara sokaklarında uzun bir yürüyüş yapıyorum; minik butikler, St Sulpice kilisesi, küçük sokaklar derken yol beni Mabillion üzerinden yeniden Odeon’a getiriyor. Siyah topuklu sandalet arayışındayım bir yandan, yol üzerindeki bütün ayakkabıcılara bakıyorum ama aradığım gibi bir şey bulamıyorum, aslında bunun hiçbir önemi de yok. Önemli olan burada salına salına o sandaletleri arayabiliyor olmak...

Odeon’dan yukarıya, Luxembourg parkına doğru yürüyorum... Parkın demir parmaklıkları boyunca yine bir fotoğraf sergisi var; dünyadan portreler... Dünyanın dört bir yanından normalde karşılaşmayacağınız çeşit çeşit insanın portrelerine hayran hayran bakarak kapıdan giriyorum. Parkın içi cıvıl cıvıl, Bazı Parisliler koltuklarda oturmuş, ayakkabılarını çıkarmış, bir şeyler okuyarak; bu güzel günün tadını çıkarıyorlar. Torunlarını parka getirmiş insanlar var etrafta... İleride bir yerde, çocuklarla ilgili bir aktivite var. Ve işte tüm cıvıltı da oradan geliyor... Bir köşede de mini bir caz konseri var... Bir banka oturuyorum, oturduğum yerden Eiffel minicik görünebiliyor. Çantamdan kitabımı çıkarıp kalabalığa karışıyorum ben de...

Parktan bir manzara

Akşam Mabillion metrosu çıkışında elinde bir demet gül ile beni bekleyen Okan’la buluşuyoruz. İdeal bir doğum günü manzarası bu...”

.......................................................

İSTİRİDYE KRALI REGIS’LE BİR GECE
Mabillion metrosunun hemen karşısında küçücük bir restoran; birkaç masa, jilet gibi beyaz örtüler, kibar bir ışıklandırma... Burası Huiterie Regis...


Regis alelade bir restoran değil; sadece istiridye ve kerevitten oluşan bir menüsü var. İçki menüsü ise çok özel; zira menüde bulunan tüm şaraplar, konyaklar vb. artizanal kaynaklardan geliyor ve hepsi çok iyi. Tatlı olarak da sadece enfes bir elmalı pay var... Menü sadece istiridye sevenlere hitap eden kısıtlı bir menü ve restoran küçücük ama her şey birinci sınıf...

“Biz de Paris’teki son gecemizi çok sevdiğimiz Regis’te (ya da Regis’le) geçirmeye karar veriyoruz. Rezervasyon saatinde kapıya geliyoruz ama masaların hiçbiri boş değil; Regis bizi güler yüzle karşılayıp, özür diliyor sonra da hemen bara oturtup, kendine açtığı nefis Sancerre’den ve yine kendine aldığı enfes “saucisson”lardan hızlıca dilimleyip önümüze koyuveriyor, sanki misafir ağırlıyormuş gibi...
Çok geçmeden masamıza geçiyoruz, istiridyelerimiz geliyor... Ön masadaki çok gürültülü Amerikalılar sebebiyle birbirimizi pek duyamıyoruz ve bir an evvel hesabı ödeyip kalkmalarını umuyoruz. Kimse birbirini duyamadığından bütün masalardaki çiftler arasında benzer umutlar taşıyan bakışmaları yakalıyorum. Neyse ki çok geçmeden kalkıyorlar... Böylece bir Pazar akşamı, saat 10.00 sonrası bu minik mekanda Regis , iki Fransız orta yaş üzeri çift ve biz kalıyoruz.

Çiftlerden bir tanesi 15. Evlilik yıldönümünü kutlayan, tatlı, sarhoş bir çift... Adam, bu akşam için çok güzel kırmızı bir elbise giymiş olan karısını ikide bir yerinden kaldırıp, kucağına oturtup öpüyor ve ona çok aşık olduğunu tüm dünyaya ilan ediyor... Birlikte çok eğleniyorlar...

Diğer çift ise çok daha sakin bir izlenim vermelerine rağmen çok geçmeden, öbürlerinden etkilenip, neşeleniyorlar. Böylece herkes biriyle sohbet etmeye başlıyor. Regis de bir şişe Sancerre açıp, herkese ikram ediyor, kendine de bir kadeh koyup bara oturuyor. Kendisine bizi hatırlayıp – hatırlamadığını soruyoruz. Cevap olarak “Tabii ki sizi hatırlıyorum. 2004-2006 arasında çok sık geliyordunuz” diyerek, kalbimizdeki yerini daha da sağlamlaştırıyor. Biz de kendisine 10 yıllık beraberliğimizde çok önemli bir yeri olduğunu, zira öğrenci halimizle istiridye yiyebilmemize sebep olduğu için, ilişkimize her zaman keyif kattığını söylüyoruz. Hiç yoktan olağanüstü bir Paris gecesinin bir parçası oluveriyoruz...”

O gece Regis konukları için şarap seçerken

Bu Huiterie Regis’te geçirdiğimiz onlarca mükemmel geceden sadece bir tanesiydi. Burası, her geldiğimizde sanki bir arkadaşımıza yemeğe gelmişiz gibi bir hisle dolup; ayrılırken de mutlaka kendisini iki yanağından öpüp, “görüşmek üzere” diyerek ayrıldığımız bir yer.

Geçtiğimiz Ekim ayında kendisini son ziyaret ettiğimde, 10. Senesini kutladığını söyledi... Yani neredeyse kendisini dükkanın ilk açıldığı günden bu yana tanıyormuşuz. Bunları konuşurken de anneme ve bana konyak ikram ediyordu. 

Yabancı yayınlarda çok iyi değerlendirmeler alan Regis’in artık kapısında kuyruklar oluşuyor. Ama o, aynı alçakgönüllülükle işini yapmaya devam ediyor. Dünyada kaç restoran sahibi konuklarıyla böyle bir iletişim kurabilir bilmem; ama bu insanlardan dünyada daha çok olsa dünya daha güzel bir yer olur.

...........................................................

PONT DES ARTS ÜZERİNDEN ŞEHRE BİR BAKIŞ
“Yazdan kalma bir ilkbahar günü, Odeon’daki süper markete giriyoruz... Birbirinden güzel peynirler, şarküteri ürünleri, baget ekmek, taptaze çilekler ve bir salkım üzüm alıyoruz... Tabii bir şişe de şarap... Çantamızda bir örtü, kağıt tabaklar ve plastik ayaklı kadehler... Yanımda çakı taşıyacak kadar genç olduğum zamanlar olduğu için ekstradan bıçağa gerek olmuyor... Bütün bu malzemeyi sırt çantamıza doldurup, Seine nehri üzerindeki en favori köprümüz Pont des Arts’ın yolunu tutuyoruz. 

Köprüden Eiffel'e bakış (başka bir gün)

Hava çok güzel, günlerden de Cumartesi olması sebebiyle tüm şehir buraya, bizimle aynı şeyi yapmak için akın etmiş gibi... Neşeli kalabalık arasından yürüyerek, kendimize bir köşe bulmayı başarıyoruz... Eiffel tarafına değil de, Pont Neuf’e bakar şekilde oturmayı tercih ediyoruz, çünkü bu bizim Paris’teki favori manzaramız... Örtümüzü serip, şık soframızı kuruyoruz. Yavaş yavaş, keyfini çıkararak yemeye başlıyoruz. Yandaki bir grup arkadaş tirbuşon istiyorlar; çakımı uzatıyorum kendilerine... Yanımda çakı taşımam epeyce tezahürat alıyor onlardan... Romen bir akordeoncu kendince romantik müzikler çalıyorsa da çiftlerden pek rağbet görmüyor. Herkes birbiriyle iletişim halinde... Köprünün üstü fıkır fıkır... Güneş yavaş yavaş alçalıyor, alçaldıkça bakır rengi bir ışık vuruyor yüzümüze... Günü Eiffel’e kadeh kaldırarak uğurluyoruz, o an köprünün üzerinde olup da bu büyülü bahar anını paylaşan herkesle birlikte...”

Bu muhteşem anı öğrenci olduğumuz yılların nispeten daha özgür ve neşeli Paris’ine aitti. Bundan yıllar sonra Sarkozy zamanında Paris maalesef tam anlamıyla bir polis devletini yansıtıyordu. Yine böyle bir bahar gününde aynı şeyi yapmaya çalıştığımızda başımızda bir kadın polis beliriverdi anında. “Mösyö o gördüğüm alkol mü?” sorusuna; Okan “alkol değil şarap” diye cevap verince, polis hanım gerildi ve “Derhal onu çantanıza koyun, bir daha ki geçişimde görürsem 90 Euro ceza keserim” dedi... Böylece keyfimiz kaçtığı gibi, nostaljik pikniğimiz de suya düşmüş oldu. Hollande yönetimi, Sarkozy’nin polis devleti etkisini azaltmış gibi görünse de; yaşadığımız bu olaydan sonra bir daha böyle bir deneme yapmadık, ama köprünün üzerinde yukarıda anlattığım gibi bir ortam görürseniz; hiç kaçırmayın derim...

*Aşağıdaki linkten Paris’in açık alanlarındaki içki yasağı ile ilgili detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz, görünüşe göre tamamen yasak değil, ancak bazı kuralları gözetmek gerekiyor.

...............................................................

15 Aralık 2014 Pazartesi

HANOİ: HAYALLERDEKİ VİETNAM (1. BÖLÜM)

“Indochina”, yani Hindiçin, Hindistan ile Çin arasında kalan tüm Güney Doğu Asya bölgesini tarif eden coğrafi bir tanımdır. Ancak böyle basit bir açıklamaya sahip “Indochina” kelimesi günümüzde, ben dahil, bir çok insana romantik bir çağda kalmış, egzotik hayaller çağrıştırmaya devam ediyor. İşte biz de hayallerimizdeki “Indochina”’yı bulma umuduyla yeniden yola çıkıyoruz. Ho Chi Minh’de geçirdiğimiz birkaç gün bize aradığımız manzaraları pek vermiyor, seyahatimizin bundan sonraki kısmı Kuzey Vietnam’da devam ediyor olacak. Güney Vietnam’ın zamanında Amerikalıların kontrolündeki bölüm olduğunu düşünürsek, Amerika’ya karşı bağımsızlık savaşı vermiş, komünist Kuzey’in Güney’den çok daha farklı olacağını düşünüyorum.
Güzel gülüşlü bir Hanoili sokak satıcısı

HANOİ VE ESKİ MAHALLE
Havaalanından Hanoi’ye doğru giderken manzaramızı yolun her iki tarafındaki tarlalarda çalışmakta olan konik şapkalı köylüler; yol kenarında bisikletleri üzerinde meyve ya da çiçek satan konik şapkalı kadınlar oluşturuyor. Bu manzara biraz olsun Saigon’un metropol havasından çıkmış ve hayallerimizin “Indochina”sına gelmiş olabileceğimizin işaretlerini veriyor.
Yaklaşık kırk beş dakikalık bir yolculuktan sonra eski mahallenin tam göbeğindeki otelimiz Essence’e geliyoruz. Kapıdan girer girmez, kocaman bir gülümsemeyle taze meyve suyu ikram ediyorlar ve henüz sabahın çok erken saatlerinde olmamıza rağmen odamızı bir saat içinde hazırlayacaklarını söylüyorlar. Biz de odamız hazır olana kadar meşhur “eski mahalle”yi keşfetmeye karar veriyoruz.
Adımımızı dışarı attığımız anda sağdan ve soldan aynı anda gelen motorlar, bisikletler, insanlar, omuzlarında taşıdıkları bir sopaya asılı sepetleriyle konik şapkalı sokak satıcıları ve burnumuza dolan hafif nemli bir koku bizi alıyor ve eski bir zamana bırakıveriyor sanki... Kaldırımdan yürümek olanaksız; yoldan yürümek zorundasınız. Zira kaldırımlarda başka aktiviteler var; kimi taburesine oturmuş yemek yiyor; kimi bulaşık yıkıyor; kimi saçını yıkıyor; hatta ayin yapanlar bile mevcut. İlk başta Okan sokaktaki dinmeyen kaos ve korna sesleri sebebiyle biraz geriliyor; ben ise gördüğüm bu manzaranın daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzememesi karşısında büyüleniyorum adeta...
Tipik bir Hanoi manzarası


Çiçekçi kadın

Sokaklar arasında yürümeye çalışırken birdenbire karşımıza şehrin en eski tapınağı olduğu söylenen Bac ma tapınağı çıkıveriyor. Burası oldukça küçük olmasına rağmen, eski mahalle’nin en köklü ve önemli tapınaklarından bir tanesi; içeri girdiğimizde tapınağa adını da veren dev beyaz at heykeli bizi karşılıyor. Yol yorgunluğumuz ve mahalledeki kaos halinin bize yaşatmış olduğu şok tapınağın dinginliği ve tütsü kokuları içinde eriyip gidiyor sanki... İyice sakinleşene kadar buradan çıkmıyoruz. Sonrasında son derece yerel görünümlü bir yerde birer kahve söylüyoruz kendimize; katran kıvamındaki kahvelerimizi pek içemiyorsak da, hem biraz gözlem yapıp bulunduğumuz yeri içimize sindirme fırsatı buluyoruz; hem de güzel fotoğraflar çekiyoruz.
Otelimize döndüğümüzde odamız hazır ve bavullarımız çoktan odamıza gönderilmiş bile...
 
Bac Ma Tapınağı
 
İçeriden bir detay

TEMPLE OF LITERATURE
İlk durağımız Temple of Literature... Burası, Vietnam Çinli Ly hanedanı tarafından yönetildiği sıralarda 1070 yılında Konfüçyüs onuruna kuruluyor, hatta mimari olarak da Konfüçyüs’ün Çin’in Qufu şehrindeki tapınağından esinlenilmiş olduğu söyleniyor. Kuruluşunu takip eden 700 yıl boyunca doktor ve bilim adamı yetiştirmiş bu tapınak, aynı zamanda da Vietnam’ın ilk üniversitesi olarak  kabul ediliyor.
Burası aynı zamanda gerçek Vietnam mimarisinin çok iyi korunmuş bir örneği ve dingin avlularında en azından bir süre Hanoi’nin kaotik sokaklarından kendinizi sıyırabilirsiniz.
Bu arada etrafta Vietnam’ın geleneksel kostümü Ao Dai giymiş bir sürü genç kız fotoğraf çektiriyor. Öğrendiğimize göre liseden mezun olurken gelip burada fotoğraf çektirmek adettenmiş.
Temple of Literature'da mezuniyet fotoğrafı çektiren bir kız

Beş farklı avlunun her birini içimize sindire sindire geziyoruz. En son avludan girdiğimiz “müzik odası” tabir edilen yerde çok enteresan müzik aletleriyle yapılan, Çin esintili olduğunu tahmin ettiğim bir müziğe kulak kabartıyoruz.
Fotoğraf çektirme sırası

İçeriden bir detay


HANOİ VE “HO AMCA”
Temple of Literature sonrasında Ho Chi Minh’in mozolesi, başkanlık sarayı, evi, müzesi ve bir de önemli tapınağı içinde barındıran trafiğe kapalı ve Vietnamlılar için oldukça kutsal bir alan olan “Ho Chi Minh Mozole Kompleks”ini ziyaret ediyoruz, burası için dev bir şehir parkı demek çok da yanlış olmayacaktır. Mozoleye doğru yürürken, ilk dikkatimi çeken şey, buranın Anıtkabir’e ne kadar çok benzediği oluyor.
Mozole

Gezimizin bu noktasında Ho Chi Minh’le ilgili bir çok konuya değineceğimiz için, kendisinin hayat hikayesi ile ilgili kısa bir özet yapmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Ho Chi Minh 1890 yılında fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, babası öğretmendi. Vietnam Ho’nun küçüklüğünde Çin’in; gençliğinde ise Fransızların egemenliği altında oldu, ama Ho hep “bağımsızlık” fikri ile büyütülmüştü. 21 yaşından, 50 yaşına kadar gemilerde çalışarak, dünyayı dolaştı. Bu zaman zarfında bir çok farklı ülkenin Komünist Partileriyle ilişkisi oldu. Döndüğünde bu dostluklarının da desteğiyle bağımsızlık savaşını başlattı ve Kuzey Vietnam’ı kurdu. Fransızlar giderken, Amerikalılar geldi ve Güney’e yerleştiler. Ho Chi Minh Vietnam’ın bağımsızlığı için Güney’deki Amerikalılarla da savaştı ancak savaş sürerken 1968 yılında öldü.
Bu etkileyici hayat hikayesinin benim için en etkileyici kısmı Ho Chi Minh’in 30 yıl boyunca kendini olgunlaştırmak için seyahat etmiş olmasıydı. Ülkesine dönüp, bağımsızlık savaşını başlattığı zaman 50 yaşının üzerinde olması benim için de hala umut olduğunu gösteriyor.
Mozole ziyareti sonrasında yürüyerek başkanlık sarayına geçiyoruz; burası zamanında Kuzey Vietnam ve Laos’u kontrol altında tutmak amacıyla Fransızlar tarafından yapılmış ve uzunca bir süre Hindiçin bölgesini yöneten Fransız generallerin sarayı olmuş. Dış cephesi Vietnam’ın uğurlu rengi olan sarı renkte boyanmış, çok iyi korunmuş, gösterişli bir saray...
Başkanlık Sarayı
Ho Chi Minh seyahat ettiği yıllar da dahil olmak üzere, tüm hayatı boyunca zor koşullarda yaşamış ve halkının da çok zor koşullarda yaşadığını bilen bir lider olarak, sarayda yaşamayı reddetmiş ve Başkanlık Sarayından sadece devleti yönetmiş. Yaşamak için saraya yakın bir noktada, göl kenarında bambu sütunlar üzerinde duran, geleneksel bir Vietnam evi yaptırarak, burada yaşamış, buraya bugün House of Stilts adı veriliyor, (yani sütunlu ev). Bu basit ve aydınlık ev oldukça huzurlu bir ortama sahip ve gösterişten uzak; bence en büyük lüksü göle bakıyor olması...

Savaş esnasında Amerikalılar için açık bir hedef olan bu evde gerçekten ne kadar vakit geçirebildiğini bilemiyoruz, ancak belli ki Ho basit ve keyifli bir yaşam sürme arzusu taşıyormuş.
Evin etrafında ve gölün kenarına doğru Vietnamlıların Budha ağacı tabir ettiği, yerden en fazla 30 cm büyüyen, yapraksız ve tipleri Budha’nın meditasyon yaparken ki halini andıran yüzlerce ağaç çıkmış. Gölün içinde yüzen kırmızı balıklar ise siz elinizi çırptığınızda su yüzüne çıkarak kendilerini gösteriyorlar.
 
Budha Ağacı
Bu parkın içinde bir de önemli bir tapınak bulunuyor. 1049’da imparator Ly Thai Tong tarafından, bir havuzun içinde duran tek bir taş sütun üzerine yaptırılan minicik ahşap tapınak; “One Pillar Pagoda”, (yani tek sütunlu tapınak). Fransızlar Vietnam’dan çekilirken orijinal tapınağı yerle bir etmişler, ancak tapınak daha sonra orijinaline sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş. Bugün tarihi neredeyse bin yıl öncesine dayanan bu küçücük tapınak halen eski günlerindeki gibi popüler; içine girmek için uzunca bir sırayı göze almanız gerekiyor; üstelik sıra turistik bir sıra değil; çoğunlukla gerçekten ibadet etmeye gelmiş insanlardan oluşuyor.
 
One Pillar Pagoda
VİETNAM SOKAK YEMEKLERİ
Bu uzun ve yorucu tur sonrası otelimize dönerek bir süre dinleniyoruz. Ve akşam yemeği için sokak yemeklerini bir çatı altında toplamasıyla meşhur Quan An Ngon’a geliyoruz. Burası sokak yemeklerini hijyenik bir şekilde tatmanıza imkan tanıyan kocaman bir restaurant, aynı Hanoi sokakları gibi kaotik görünüyor ama bir şekilde son derece organize bir mekan. Servis son derece iyi ve servis yapanlar samimi; öyle ki mesela tipik bir Vietnam yemeği ısmarladınız diyelim, size servis yapan kişi; üşenmiyor; gereken vakti ayırıp, size bunun geleneksel olarak nasıl yenmesi gerektiğini sakin ve eğlenceli bir biçimde anlatıyor. Restoranın avlusundaki kalabalığın büyük çoğunluğunu Vietnamlılar oluşturuyor, bahçe boyunca çeşit çeşit tezgahlarda Vietnam sokak yemeklerinin en güzel örnekleri servis ediliyor... Biz de birer Bia Hanoi (bira) eşliğinde masamızı donatıyoruz.
Tezgahlardan bir detay

Bu unutulmaz yemekten sonra Cumartesi geceleri kurulan Hanoi’nin meşhur gece pazarına gidiyoruz. Ancak burası ucuz ve özelliksiz Çin malları ile dolup taşan bir yer olması sebebiyle tam bir hayal kırıklığı yaratıyor. Hızla burayı terk ediyoruz.
Eski Mahalle'de gece

Eski Mahalle'de gece 2

HANOİ’YE UYUM SAĞLADIĞIMIZ GÜN
Yeni güne saat 10.00 gibi ananas ve ballı pancake ve koyu Vietnam kahvesiyle başlıyoruz. Bugünkü programımız dinlenme üzerine kurulu; kahvaltıdan sonra çıkıp, kaotik “eski mahalle”yi derinlemesine keşfedeceğiz, ardından belki biraz alışveriş ve hatta belki de masaj yaptırmak gibi niyetlerimiz var. Bakalım neler olacak?
Otelimizden çıkıp, Ma Mai üzerinde 87 numaralı orijinal haliyle korunmuş, tipik bir eski mahalle evini ziyaret ederek başlıyoruz yürüyüşümüze... Burası aynı zamanda bir sürü değişik el sanatı ürünlerinin de satıldığı bir galeri... Hatta avluda bir adam oturmuş, parşömen kağıtları üzerine resimler yapıyor...

Avluda resim yapan bir sanatçı
Tipik bir sokak tezgahı
Buradan çıkınca bir mühürcüye uğruyoruz, kardeşim Yasemin’in ismine bir mühür yaptırmak istediğimi söylüyorum, adam söylediğim ismi hiç sorunsuz anlayıp, öyle bir el çabukluğu ve kusursuzlukla seçtiğimiz modelin altına kazıyor ki; etkilenmemek elde değil. Buradan çıktığımızda dükkanın önünde bir adamın nargile mantığında ama nargileden farklı görünen bir şey tüttürdüğünü görüyoruz. Anlayabildiğimiz kadarıyla bu Çin usulü bir nargile ve fotoğraf çekmek için izin istiyoruz, incelikle kabul ediyor.

Mühürcü çalışırken
İşte o nargile
Sonra yavaş yavaş Eski Mahalle’den çıkıp, ana cadde Hang Gai’deki ipek ve çeşitli sanat eserleri satan dükkanları karıştırarak yürüyoruz. Alışveriş zevki biraz ne aradığınızla bağlantılı tabii ama ben genellikle başka yerde bulamayacağım, evde gördükçe hem gözümü okşayacak hem de bana bu seyahati anımsatacak yerel ve orijinal parçaların peşindeyim, çünkü bunların haricindeki her şeyi artık her yerde bulabiliyoruz.
Böylece kaptırıp gitmişken kendimizi Fransız mahallesinde  St. Joseph katedralinin önünde buluyoruz. Bu mahalle zamanında Fransızların yaşadığı ve bu sebeple daha Avrupai havada olan bir mahalle. İki – üç katlı bahçeli evler, nispeten daha düzenli sokaklar ve farklı konseptte güzel dükkanlar var burada. Biraz da buradaki sanat dükkanlarını karıştırıp, kilisenin bulunduğu meydandaki kafe Marlyn’de küçük bir mola veriyoruz.
Öğleden sonra Hanoi sokaklarında motosiklet ve korna gürültüsünden serseme dönmüş bir şekilde yürürken; her köşeden kuralsızca ama yavaş ve sakince gelen, ve her daim korna çalan motosikletlere alışmaya başladığımızı fark ediyoruz. Evet şehrin bu hareketi ve gürültüsü halen çok yorucu ama artık biliyoruz ki; kendimizi yola attığımızda karşıdan gelen motorla birbirimize bir şekilde uyum sağlayacağız. Karşıdan karşıya geçerken bazı şeyleri ağır çekimdeymişçesine yavaş ve an be an algılamaya başladığımı fark ediyorum.

Akşam üzeri yorgun ama mutlu bir şekilde otelimize döndüğümüzde resepsiyona etrafta masaj yaptırabileceğimiz iyi bir yer bulup-bulamayacağımızı soruyoruz. Kendi kardeş otellerinin içinde bulunan La Siesta SPA’yı tavsiye ediyorlar, hemen randevu yapıyoruz ve birer duşla günün yorgunluğunu üzerimizden attıktan sonra La Siesta Spa’nın yolunu tutuyoruz. Burada lotus çayı ikramı sonrasında bir buçuk saat sürecek geleneksel bir Vietnam masajı olduğu söylenen “bitkisel tütsü terapisi” için bir odaya alınıyoruz. Sırtımızda dolaştırılan tütsüler eşliğinde nefis bir masajla günün yorgunluğunu üzerimizden atıyoruz.
Otelimize yürüyerek döndükten sonra akşam yemeği için Madame Hien’de yer ayırtıyoruz, hazırlandıktan sonra da taksiyle Fransız mahallesindeki Madame Hien’e geliyoruz. Burası St Joseph katedraline yakın, kocaman avlulu güzel bir ev ve bu kocaman avluya mum ışığı ile aydınlatılmış, şık masalar yerleştirilmiş. Mutfak “Fransız esintili Vietnam mutfağı” şeklinde tanımlanabilir, mutfağın başında Didier Corlou isimli Fransız bir şef var ama restoranın temelini geçmişte herkesin yemeklerine bayıldığı Madame Hien’in  torununa miras bıraktığı tarifler oluşturuyor. Burasının diğer yerlerden en önemli farkı; muhteşem Vietnam mutfağını, Fransız inceliği ile birleştirmiş olması...
Tapınağa giden bir köprü


BAZEN DE SADECE DURMAK İSTER İNSAN
Bugün bu şehirde gezip de en sevdiğimiz yere geri gideceğiz. Amacımız mı? Aslında bir amacımız yok. Tek istediğimiz orada dilediğimiz gibi zaman geçirip, tadına varmak ya da sadece durmak... Hayalini kurduğumuz ideal bir seyahatin bizim için en önemli gereklerinden bir tanesi de bazen yalnızca durabilmek...
Temple of Literature'da ben

KOTO
Temple of Literature’da dilediğimiz gibi vakit geçirip, tütsüler yakıp, insanları seyrettikten sonra karnımız acıkmaya başlıyor. Hayalimiz tapınağın hemen karşısında bulunan ve daha önce National Geographic’te izleyip, bayıldığımız Koto’ya gitmek. Çok geçmeden Koto’nun kapısındayız, bizi karşılayan kız tam bizi oturtacakken, bir başka kız gelip ”saat 2.00’de servisimiz bitiyor, yeterli vakit yok sizi alamayız” diyor. Hayallerimizin yıkılması ve zil çalan karnımızın yönlendirmesiyle tüm sevimliliğimizi takınıp, hafiften yalvarmaya başlıyoruz. Israrımız işe yarıyor, ve çok geçmeden içerden başka birisi gelip bizi oturtuyor. Koto savaş esnasında Avustralya’ya göç eden bir Vietnamlının iyi bir şeyler yapmak niyetiyle açtığı; fakir ailelerin çocuklarını alıp, servis ve mutfak sanatları üzerine yetiştirerek, onları büyük oteller ve zincir restoranlarda işe yerleştiren bir kurum. Yediklerimiz olağanüstü lezzetli, ama bu başka bir yazımın* konusu.

SÜRPRİZLERLE DOLU HANOİ SOKAKLARI
Yemek sonrası “eski mahalle”ye yürüyerek dönmeye karar veriyoruz. Bu sayede normal şartlarda çok fazla turistin girmeyeceği ve yer yer içinden demiryolu geçen, bazı mahallelerin içinden yürüyoruz. Bu mahallelerde millet 7’den 77’ye hem çalışıyor, hem de yerlerde yemeklerini yapıp, yiyorlar; yine leğenler içinde haşlanmış tavuklar, yıkanıp suyu sokağa dökülen bulaşıklar, oyun oynayan çocuklar, saç tarayan yaşlılar... Hepsi birbirinden değişik onlarca sokak manzarasına şahit oluyoruz.

Çok geçmeden ana cadde Hang Gai’ye geliyoruz, bir ana okulunun önünden geçerken, içeride oyun oynayan dünya sevimlisi çocuklar dikkatimizi çekiyor. Kapının aralık olması sebebiyle durup içeriyi seyretmeye başlıyoruz. Bir iki tanesi bizi fark ediyor ve “hello” diye bağırıp, el sallamaya başlıyorlar. Biz de onlara el sallıyoruz. Az sonra bütün sınıf kapıda toplanıyor ve zıplayarak, ritmik bir şekilde “hee-lloo, hee-lloo” diye bağırmaya başlıyorlar. Öğretmenleri gelip kapıyı kapatana kadar bu sevimli manzarayı izliyoruz.

Yürüyüşümüze devam ediyoruz ve Eski Mahalle’nin girişindeki göbeğe geliyoruz. Buradaki yüksek binaların tepesindeki turistik kafeler gözümüze ilişiyor. Biz de hem şehri, hem de gölü yukarıdan görebilmek ve birazcık da yorgunluk atabilmek için “City View Cafe”ye çıkıyoruz. Şehir tarafı pek iç açıcı bir manzara sunmasa da; göl tarafı enfes... Burada otururken yapılacak en eğlenceli şey ise aşağıdaki göbekte akmakta olan Hanoi’ye has organize kaos trafiğini izlemek.

Kafeden çıktıktan sonra yanda bir ayak masajı tabelası görüyoruz, bir heyecana kapılıp, bu “gizli genelev” kılıklı yere girmiş bulunuyoruz. Sonuç olarak bizi göl manzaralı bir odaya alıyorlar ve son derece profesyonel bir ayak masajı yapıyorlar. Her şey buraya kadar kusursuz gidiyor, ama bir şeylerin ters gideceğinden neredeyse eminim... Masaj bitince kendilerine 1 er dolar bahşiş veriyoruz. Tam da beklediğim gibi, bir tanesi kalkıp kapıyı kapıyor, sonra ikisi birden önümüzde ayakta dikilip, hızlı ve agresif bir tonda konuşmaya başlıyorlar. Özet olarak “patron paramızı vermiyor, siz bize 5er dolar verin” konu başlıklı bu konuşmadan, 2 şer dolar vererek kurtuluyoruz. Evet masaj bizim zayıf noktamız ama Vietnam çok da masaj destinasyonu değil sanırım.

YOLA ÇIKMADAN ÖNCE “PHO BO” MOLASI
Buradan çıktıktan sonra mahalleye girene kadar indiren muson sebebiyle bir tentenin altında beklemek zorunda kalıyoruz. Bu öyle güçlü bir yağmur ki, sanki sadece gökten yere doğru değil; aynı zamanda yerden yukarı doğru da yağıyormuş gibi bir izlenim veriyor. Bir anda her yer göl oluyor; yağmur dinince de aynı hızda kuruyuveriyor. Yağmur kesilince koşa koşa otelimize geliyoruz. Tren için son hazırlıklarımızı yapıp, eşyalarımızın bir kısmını da otele emanet ediyoruz.
Çıkarken Okan kapıda bekleyen bell boy’a “burada en iyi Pho nerede yenir? Diye soruyor. Çocuk bu soru karşısında şaşırıp bir şeyler geveliyor. Bunun üzerine Okan soruyu şöyle düzeltiyor. “Sen Pho’yu nerede yiyorsun?” çocuk bize bir yer tarif ediyor. Bu yere gittiğimizde gördüğümüz manzara bir kaç gündür sokaklarda gördüğümüz manzaranın çok benzeri; hijyenik açıdan pek iç açıcı görünmese de çocuk en iyi pho orada dediği için güvenip oturuveriyoruz. İçerisi pembe dizi seyretmekte olan lokallerle dolu, kimse İngilizce konuşmuyor. Dışarıda biri domuz diğeri de dana olmak üzere iki kazan kaynıyor. Hangisinden istediğimizi soruyorlar, çeşitli hayvan taklitleriyle derdimizi anlatmaya çalışıyoruz, hafifçe sırıtıyorlar. Gelen yoğun et sulu nefis pholar yol öncesi içimizi ısıtıyor. Artık dağlar için hazırız.

*Vietnam mutfağı ile ilgili ayrıntılı bilgiyi daha önce yazdığım “Bir Türk’ün Vietnam Mutfağıyla Randevusu” isimli yazımda bulabilirsiniz.

OTEL:
ESSENCE HANOI HOTEL**:
22 Ta Hien St., Old Quarter
Hoan Kiem Dist., Hanoi
+84 4 3935 2485

**Tam Eski Mahalle’nin göbeğinde olduğu için biz bu oteli tercih ettik; aynı grubun bir çok başka oteli de mevcut, siteden bakabilirsiniz. Çok sıcak ve iyi bir servis aldık ve çok memnun kaldık.

SPA:
LA SIESTA SPA: (Hanoi Elegance Hotel’in içinde yer alıyor)
32, Lo Su St., Old Quarter
Hanoi
+84 4 3935 1632

RESTORAN/CAFE:
QUAN AN NGON
18 Phan Boi Chau
Hoan Kiem Dist Hanoi
+84 4 3942 8162/63

KOTO
59, Van Mieu
Dong Da Dist., Hanoi
+84 4 3747 0337/8

MADAME HIEN
15, Chan Cam,
Hoan Kiem, Hanoi
+84 4 3938 1588

MARILYN (Fransız mahallesinde güzel manzaralı kafe, ara vermek için ideal)
4 Au Treiu St.
Hoan Kiem Dist. Hanoi
+84 4 3938 1949

TAMARIND CAFE: (Güzel bir kahvaltı için)
80, Ma May Hanoi
+84 4 3926 0580