20 Ocak 2013 Pazar

DALMAÇYA YOLLARINDA


Hırvatistan son yıllarda belki de adını en fazla duyduğumuz ülkelerden bir tanesi oldu. Müthiş doğasının ve dantel kıyılarının yanı sıra tertemiz ve turkuvaz denizi ile cazip bir yaz tatili alternatifi sunan Hırvatistan aynı zamanda ada ve milli park zengini bir ülke… Yugoslavya dağıldığında en iyi 8 milli parkı ve 6 tane de UNESCO Dünya Kültür Mirası alanı Hırvatistan sınırları içinde kalmış, bugün bu milli parklar ülkenin %7,5’unu kaplıyor. 
Tüm bunları düşününce “neden olmasın?” diyerek 10 günlük Hırvatistan seyahatimizi planlayıp; düşüyoruz yollara…
Tipik bir Dalmaçya manzarası;
Primosten...
ZAGREB
Zagreb'de burayı çok iyi bilen ve bizi mümkün olan en iyi şekilde ağırlayan bir aile büyüğümüzün misafiri oluyoruz. Mükemmel odamıza yerleştikten hemen sonra heyecan içinde konsantre bir şehir turuna çıkıyoruz hep beraber.
Geldiğimiz andan itibaren ilk dikkatimi çeken insanların güzeliği oluyor, hemen ardından da şehre hakim olan Akdenizli gibi canlı; ama Avrupalı gibi de düzenli bir görünüm... 
Ve bir düğün alayı… Şehrin merkezinde "telli babaya giden düğün konvoyları" tadında kornalara basarak tur atıyorlar.
Sıcak bir gün insanlar sokak kafelerinde havanın tadını çıkarıyor. Biz de Zagreb’liler gibi kendimizi kafelerden birine atıyoruz ve birer bira ile serinlemeye çalışıyoruz. 
Akşam Türk büyükelçiliğinin hemen karşısındaki balık restaurantı Korcula'da nefis bir balık ziyafeti çekiyoruz.

SAVAŞIN İZLERİ TAZE
Savaşın izleri taze
Ertesi gün Zagreb havalanından arabamızı alıyoruz ve yola koyuluyoruz. Tek sorunumuz ise Hırvat popu, radyo’yu açtığınızda hiç bitmeyen bir eurovizyon şarkı yarışması dinler gibi oluyorsunuz.  Otoyoldan en hızlı şekilde istikametimiz Plitvice milli parkı... 
Yol üzerinde Hırvatistan’ın meşhur birasına adını veren Karlovac’tan geçerken ürperiyoruz, burada savaş çok yoğun bir şekilde yaşanmış, izleri hiç silinmemiş adeta bir anıt gibi duruyor. Tüm evlerde gelişi güzel mermi izleri göze çarpıyor. İçeride normal yaşam sürüyor ama belli ki yaşanılanlar unutulmak istenmiyor. Bu manzara karşısında daha da farkına varıyoruz ki; burada karşımıza çıkan bir çok insanın ya çocukluğu ya da gençliği savaş vahşeti içinde geçti, bunu aklımıza kazıyarak devam ediyoruz yolumuza...

PLITVICE GÖLLERİ
Plitvice göllerinden bir manzara...
Rotamız üzerinde çalışırken Plitvice göllerinin resimlerini gördüğümde resimlerin bir şekilde gerçeği yansıtmadığı izlenimine kapılmıştım.
Hırvatistanın en popüler milli parklarından bir tanesi olan Plitvice içinde birbirine şelalelerle bağlı 16 tane gölün olduğu yemyeşil bir doğa harikası...
Milli park girişinde uzun ya da kısa parkur için bilet alınıyor, uzun parkur 6; kısa olan ise 3 saat sürüyor... 
Kurallar çok net: suya değmek; çöp atmak; balık avlamak; köpekleri serbest bırakmak; parkur dışı yürümek; kısacası doğal güzelliği bozabilecek ya da etraftaki insanları rahatsız edebilecek her türlü davranış yasak... Hırvatlar doğa ile öyle içiçe ki böyle bir yeri korumak için ekstra bir efora gerek duymamışlar, sadece kuralları koymuşlar, etrafta ne bir bekçi; ne bir çöp; ne de kurallara uymayan herhangi bir insana rastlanıyor. Mesela yüzlerce yıllık ağaçlardan bazıları göllerin içine devrilmiş; doğayı bozmamak adına sadece parkuru tıkayan kısmını düzgünce kesip, çıkarmışlar ve çıkan parçaları da yan tarafa insanlar belki oturmak isterler diye tabure yapmışlar. Herkes aynı parkuru kullandığı için kalabalık içinde kalma olasılığı hep olsa da; biraz geride kalarak kalabalıktan kurtulabilir ve bu doğa harikasının tadını sakince çıkarabilirsiniz. Biz de böyle yapıyoruz ve büyük şelalelerden birinin önünde oturarak, bu eşsiz manzarayı belleklerimize kaydetme fırsatını yakalıyoruz.
Plitvice gölleri inanılmaz renklere sahip, insan gözlerine inanamıyor. 3 saat boyunca gözlerimiz yeşilin her tonu ile tanışıyor ve şelalelerin sesi kulaklarımıza terapi gibi geliyor. 
3 saatlik turu tamamladığımızda karnımız zil çalmakta olduğundan atıştıracak bir şeyler arıyoruz ama bu girişimimiz başarılı olmuyor. Parkın girişinde satılan tuhaf görünüşlü hamurlara kaldık diyerek; bu standlara yöneliyoruz, sonuçta sandığımızdan çok daha iyi bir şeyle karşılaşıyoruz: Strudel; hem de ev yapımı… Özellikle şeftalilisi şaşırtıcı derecede lezzetli…


SİBENİK
Sibenik'te bir sanat galerisinin önü
Plitvice sonrasında geceyi geçireceğimiz Sibenik’e doğru yol alıyoruz. Sonunda adriyatik güzel yüzünü azda olsa gösteriyor dağların arasından... Sibenik girişinde bizi ilk karşılayan komünizm zamanından kalma bloklar olsa da, merkeze doğru ilerleyince görüyoruz ki burası deniz kenarına kurulmuş, dantel gibi görünen bir ortaçağ kasabası... Oteli önceden ayırtmadığımız için arabadan kurtulup şehri keşfetmek istiyoruz ancak park yeri bulmak biraz zor oluyor. Sonunda arabayı terk edip şehrin ana meydanına yürüdüğümüzde muhteşem bir balkan çingene müziği karşılıyor bizi gün batımının sarı ışığı ile birlikte... 
Sibenik’teki St. James kathedrali Dalmaçya’nın en önemli kathedrallerinden bir tanesi ve UNESCO Dünya Mirası kapsamında; en önemli özelliği hiçbir tuğla ya da ahşap destek olmaksızın sadece civardaki adalardan getirilmiş taşlardan yapılmış olması; dünyanın sadece taştan yapılmış en büyük kathedrali olma özelliğine sahip.
Sibenik’te ayrıca 15. ve 16. Yüzyıllardan kalma güneşli, nefis bir meydan, sanat galerileri, kafeler, dar sokaklar kalbinizi çok geçmeden fethediyor..
Oteli bulup yerleştikten sonra yeniden o meydana dönüyoruz, hem müzik; hem de yemek yiyeceğimiz Pelegrini’yi bulmak için... Pelegrini Sibenik’te güzel bir yemek için 2 adresten biri... Kathedralin hemen karşısında merdivenlerin üzerinde yer alması ile Sibenik’in en güzel manzarasına sahip olduğu söylenebilir. Buna bir de iyi mutfak, müthiş bir Hırvat şarapları menüsü, çok yavaş ama sevimli bir servis ve mehtap eklenince rüya gibi bir gece oluyor. Meydanın karşı köşesinden gelen nefis çingene müziğini de unutmamak lazım.
Sibenik'te sokak müzisyenleri...

PRIMOSTEN VE TROGIR ÜZERİNDEN SPLIT
Sabah kahvelerimizi o güzel güneşli meydanda içtikten sonra yeniden yollara dökülüyoruz. Yolda gördüğümüz manzaralar aklımızı başımızdan alıyor; denizin turkuvaz yansımaları; ağaçlar ve denize bir dantel gibi uzanan küçük güzel kasabalar…
Primosten’e kadar dayanamayarak, yolda beğendiğimiz bir yerde durup kendimizi turkuvaz sulara bırakıveriyoruz… 
Daha mayolarımız kurumadan Primosten’e varıyoruz ancak park etmek pek mümkün olmuyor. Burası da kıyıya yakın bir ada görünümünde, karaya bir köprü ile bağlanmış gibi duruyor. Çok rafine bir görüntüsü olan Primosten’in bir de halk plajı var ki; mahşer yeri gibi… Özellikle plajını gördükten sonra burada durmayıp; Trogir’e devam etmeye karar veriyoruz; yolda beğendiğimiz yerlerde denize girebilme lüksünü yaşadıktan sonra halk plajı pek de tat vermez oluyor.
Yol boyunca bir deniz molası daha veriyoruz. Her manzara bir öncekinden daha da güzel geliyor ve heyecan uyandırıyor.
Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan, Trogir’e varıyoruz. Burası barındırdığı Romanesk ve Rönesans mimari örnekleri sebebiyle UNESCO Dünya Kültür Mirasının bir üyesi; karaya minicik bir köprü ile bağlanan küçük bir Venedik’i andırıyor. Hava 50 dereceye yakın olsa da bu bizi tüm Trogir’i gezmekten ve eski Venedik yapılarının fotoğraflarını çekmekten alıkoymuyor. 50 derecenin yarattığı harareti nefis bir Hırvat dondurması ile dindiriyoruz. Her yerde olduğu gibi dondurmalar burada da nefis…

SPLIT
Trogir sonrasında istikametimiz meşhur liman kenti Split… Split’e doğru yaklaştıkça plaj manzaraları yerini uçurumlara bıraktığından bir süre için istediğimiz anda istediğimiz yerde denize girme lüksünden feragat etmek durumunda kalıyoruz.
Split’e geldiğimizde gördüğümüz manzara kocaman bir liman şehri oluyor. Şehrin modern kısmını geçerek, eski şehrin girişinde arabamızı park edip, eski şehrin içindeki otelimizi aramaya koyuluyoruz. Elimizde bavulumuz güneş altında Arnavut kaldırımlı sokaklarında yürümek ve oteli bir türlü bulamamak ufak çaplı bir krize yol açıyorsa da; turist ofisteki görevlinin ağzından kerpetenle aldığımız adres tarifi şehrin en önemli noktası Diclotean palace’ın tam ortası olunca kriz hemen sona eriyor.
Diclotean palace eski şehrin sınırlarını çizen surların ta kendisi ve şehrin tam kalbi. Doğu Roma imparatorluğundan kalan en iyi korunmuş eserlerden bir tanesi, bugün eski sarayın surları içinde canlı bir Akdeniz hayatı yaşanıyor. Burada yaşayanlar hala var ve bu paha biçilmez tarihi mirasa canlılık ve ruh katıyorlar. Bunun yanı sıra tüm sosyal hayat da bu surlar içerisinde yaşanıyor. 
Akşam otelimizin tam karşısındaki antik meydanda zarif bir şekilde ışıklandırılmış antik sütunlar arasında bulunan Luxor Bar’ın basamaklara koyduğu minderler ve mumlar ile yarattığı büyülü ortam bizi kendine doğru çekiyor; gitarıyla Pink Floyd, Deep Purple, Led Zeppelin çalmakta olan bir adam ve şarkıları hep bir ağızdan söyleyen insanlar eşi benzeri pek de görülmeyen bir enstantane yaratıyor.

Diclotean Palace'tan akşam manzarası
Sabah penceremizden görünen harika manzara ile güne uyanıp, nefis "burek"lerin eşsiz tadı ile kendimize geldik. Hırvat börekleri balkan tarzında ağızda dağılıveren bir yapıya sahip, yediğim en lezzetli börekti diyebilirim.  
Artık Hvar feribotuna binmek için hazırdık. 

HVAR ADASI
Düşündüğümüzden uzun süren yol biraz yoruyor bizi, ama Hvar’ın minik limanını görüp; havadaki lavanta kokusunu içimize çekince yorgunluğumuz uçup gidiveriyor.
Şimdi ihtiyacımız olan şey kesinlikle güzel bir plaj derken, önce mavi bayrağı, sonra denize uzanan üzerinden tüllerin uçuştuğu locaları görüyoruz. Hiç konuşmaksızın içeri doğru yönelip, bizi karşılamaya gelen güzel kıza "iki şezlong rica ediyoruz" diyoruz; kız şaşkınlık içinde "Now?" diye haykırıyor, müdürünü çağırıyor. Müdürle de aynı sahneyi yaşadıktan sonra kız geri geliyor "şezlong başına ücretimiz 50 Euro, ama saat akşam 6.00, ben sizi görmedim, buraya oturabilirsiniz" diyerek, bize güzel bir yer veriyor. Bize gösterilen localara kuruluveriyoruz. Burası biraz klüp havasında olan Suncani Hvar Hotels ailesine ait Bonj ‘les Bains… 
Olağanüstü bir ortam, mavi beyaz minderli ahşap şezlonglar, özel kabinler, denize doğru çıkan ahşap platformlar, uçuşan tüller ve tam karşımızdaki platformda kendi başına güneşlenmekte olan büyük şapkalı kadının yanında duran buz kovası içerisindeki Moet&Chandon ve yarısı içilmiş bir kadeh, kendimizi bir filmdeymişiz gibi hissetmemize sebep oluyor. Biz de gün batımını bir şişe Roze ile karşılıyoruz, deniz rüya gibi…
Akşam tüm zemini akvaryumla kaplı olan restaurant Gariful’da rezervasyonumuz var. Akvaryumun içerisindeki nüfus Istakozlar tarafından domine ediliyor ve Istakozlar bol zeytinyağı ile ızgarada pişiriliyor. Enfes bir lezzet ızgara ıstakoz ve ink risotto ile damak tadımızın sınırlarını zorluyoruz.

Hırvatistan'daki en müthiş gastronomik keşfimiz; Ink Risotto

KORCULA ADASI
Sabah önce Split’e oradan da Korçula adasına yapılan Feribot yolculukları oldukça uzun sürüyor. Sonunda adaya ayak basıyoruz ancak Korçula Town ve otelimizin bulunduğu Lumbarda adanın diğer tarafında olduğundan uzun feribot yolculuğuna bir de 50 km’lik virajlı bir otomobil yolculuğu ekliyoruz. Otelin bulunduğu Lumbarda demi-sec Korçula şarabının yapıldığı meşhur Grk üzümlerinin yetiştiği bağlarla dolu bir bölge. Hafif maviye çalan yaprakları ile Grk bağları ve ince kumlu kumsalları ile Lumbarda kafa dinlemek için son derece uygun bir kasaba… Biz de burada biraz kafa dinlemek niyetiyle deniz kenarında bir villa olan Villa Sokol’a yerleşiyoruz. Ev sahiplerimiz Blajenka ve Zoran bizi ev yapımı şarap ve peynirle karşılayarak, kocaman bir daireye yerleştiriyorlar, koyu tepeden gören bir de balkonumuz var. Evin önünde özel bir plaj ve ne zaman istersek kullanabileceğimiz bir kano var, bu güzel koyu keşfetmenin en hoş yolu kanoyla açılmak olduğundan biz de kanoyu alıp, karşıda üzeri çam ormanları ile kaplı olan adaya gidiyoruz. 
Korçula Marco Polo’nun doğduğu ada olarak biliniyor. Merkezi Korçula Town biraz yüksekte surların ardında balık kılçığı şeklinde bir plana sahip, hoş bir ortaçağ kasabası…
Günbatımı için deniz fenerinin tepesinde bulunan meşhur bar Massimo’ya gidiyoruz. Korçula’da izleyebileceğiniz en güzel gün batımı manzarasına sahip olan bu nefis bar; ne yazık ki çığlık çığlığa bağıran Amerikalı ve İngilizler ile dolu bir yer olarak çıkıyor karşımıza. Fenerin tepesine çıkmak için biraz sıra beklemek gerekiyor. Sonunda büyük zorluklarla yukarıya çıkıyoruz, öyle kalabalık ve gürültülü bir ortam var ki, biraz hayal kırıklığı yaratıyor ister istemez. Yine de sonunda köşede nispeten sakin bir yer bulup, batan günü sakin bir şekilde uğurlamayı başarıyoruz.


STON
Korçula’da bolca dinlendikten sonra yeniden düşüyoruz yollara, feribotla Korçula’dan Orebiç’e geçiyoruz, bu kez istikamet Ston… Peljesac yarım adasının ucundan içeri doğru giderken sayısız şarap bağları ve nefis manzaraları geride bırakıyoruz. Burası ülkenin en kaliteli şaraplarının yapıldığı yarımada…
Ston Hırvatistan’ın tuz deposu ve ülkenin tüm istiridyesinin yetiştiği bölge, bizim de Ston’a gitmekteki tek amacımız ise meşhur Kaptenova Kuca’da erken bir akşamüzeri yemeği yemek ve taze istiridyelerin tadına bakmak.
Ston'da taze istiridyeler
Akşamüzeri güneşi Mali Ston limanına vuruken, Kapetanova Kuca’nın yaşı biraz geçkin ama ne yaptığını gayet iyi bilen garsonu karşılıyor bizi… Bir şişe Krancic Poşip beyaz şarap eşliğinde, taptaze istiridyeler ve bu tatilin en önemli gastronomik keşfi ink risotto ile uzun ve keyifli bir erken akşam yemeği yiyoruz. 

DUBROVNİK
Dubrovnik
Dubrovnik’e kadar gördüğümüz yol manzaraları gözlerimizi kamaştırıyor. Nefis bir gün batımı, kurdele gibi kıvrılarak akıp giden bir yol, aşağıda masmavi Adriyatik… 
Dubrovnik’e geliyoruz. Etraf kalabalık, park yeri bulmak imkansız. Sonunda surların dışında bir park yeri buluyoruz. Bu büyülü şehre asma köprüden geçerek, Pile kapısından giriş yaptık, bir zamanlar bu köprünün her gece kapatılıp kilitlendiğini ve anahtarının da prense teslim edildiğini düşününce, insan kendini zaman tünelinde gibi hissetmeye başlıyor. Sonra da bu hissiyatı bozacak hiçbir şey görmüyorsunuz etrafınızda. Eski şehrin ana caddesinde yürümeye başlıyoruz. İlk dikkatimi çekenler sanki şehir mumlarla ışıklandırılmış havası verecek kadar zarif bir ışıklandırma, pırıl pırıl parlayan taş sokaklar, yerler öyle temiz ki kendi yansımanızı görüyorsunuz neredeyse. Heryer tarih dolu, 3 kat surlarla çevrilmiş bir pasta şehir, sanki birazdan korsanlar saldıracakmış gibi bir hisse kapılıyorum bir ara… Kathedralin bulunduğu meydanda neşe ile futbol oynayan çocuklara bakıyorum; nerede olduklarının farkında bile değiller. Burada bir müze kentten çok daha fazlası olduğunu görmeye başlıyorum; turistlerden bağımsız tatlı bir hayat var burada...
İtiraf etmeliyim ki Dubrovnik’in abartıldığını düşünüyordum; bu kadar etkileneceğimi hiç tahmin etmemiştim. Müthiş bir kalabalık ve sıcak olmasına rağmen şehir nefesimizi kesiyor. Limanda oturup sakince bu şehri hafızalarımıza kazımaya çalışıyoruz. Ve yarın sabah surların üzerinde yapacağımız 2,5 km’lik yürüyüşün hayallerini kurarak, otelimize dönüyoruz.
Sabah tabii ki planladığımız gibi 7.00’de kalkamıyoruz. Hava öyle sıcak ki insan buharlaştığını hissediyor. Meydandaki cafelerden birinde kahvelerimizi yudumlayarak bu sıcak havada yapacağımız duvar turu için cesaret topluyoruz. Sonra gözlük, şapka ve sularımızı kuşanıp deniz tarafındaki merdivenlerden çıkıyoruz surların üzerine. Başlıyoruz yürümeye, önce turkuvazın her tonuyla ışıldayan deniz manzarası ve yemyeşil Lokrum adası büyülüyor bizi. Sonra içlere doğru yürüyoruz, taş binalar ve turuncu damlardan oluşan manzara öyle ahenkli görünüyor ki… Aşağıda sokak çalgıcılarının sesleri birbirine karışırken; karşıda tarihi bir binanın çatısını tamir etmekte olan adamlar ilginç bir manzara sunuyor.
Turuncu ve turkuvazın verdiği neşe miydi bizi motive eden ya da limanın her an bir korsan gemisi yanaşacakmış gibi olan görüntüsü müydü bilmiyorum; ama tüm o sıcağa rağmen neşe içinde duvar turumuza devam ediyoruz. Hele denizin kenarındaki kısma geldiğimizde aşağıdaki renkler, kayalıklar, yelkenliler ve kocaman bir yolcu gemisinin de bu cümbüşe katılması bizi kendimizden alıyor.
Her ikimiz de sırılsıklam bir şekilde duvardan aşağı doğru inerken etraftaki lokantalardan gelen nefis deniz ürünleri kokuları aç olduğumuzu fark etmemize neden oluyor. Hafif bir öğle yemeğiyle kendimizi ödüllendiriyoruz.
Dubrovnik'te 2,5 km'lık duvarın üzerinden manzara...

Dubrovnik; büyüleyici bir renk
BRELA VE MAKARSKA RIVIERA 
Dubrovnik sonrası artık dönüş rotasına geçiyoruz, bu akşam konaklayacağımız yer, öyle çok sofistike bir yer değil, daha çok yerli turistlerin ve çocuklu ailelerin gittiği Makarska Riviera’da bulunan Brela. Bizim Brela’ya gitme sebebimiz ise 6 km’lik beyaz çakıllı nefis plajları ve olağanüstü gün batımı...
Küçücük bir sayfiye yeri burası… Çocukluğumun bozulmamış minicik sahil kasabalarını hatırlatıyor. Beyaz minik evlerin balkonlarına begonviller sarılmış, etrafta yazlıkçı Hırvatlar görülüyor. Uzun ve güzel beyaz kumsallar, sadece iki kişinin oturabileceği büyüklükte olduğundan sevgilileri ağırlayan kovuklarla bölünüyor. Arkada çam ormanları, havada çam kokusu ve kulaklarınızda cırcır böceklerinin senfonisi ile gerçekten zamanda geri gitmiş gibi oluyorsunuz.
Doğruca plaja gidiyoruz, Southern Comfort Beach Bar, nefis Margaritalarıyla gün batımını bir şölene dönüştürüyor. Gün sanki burada bir başka turuncu batıyor. Margaritalarımızla masmavi denizin içinde otururken, plaj da boşalıyor. İnanılmaz bir günbatımı gerçekten…
Brela'da gün batımı
Daha önceden bir yer ayarlamadığımızdan, küçük bir tur sonrası Villa Neva isimli sobeyi buluyoruz. Sobe, Hırvatça pansiyon anlamına geliyor, genelde bir odalarını kiraya veren ve içerisinde normal bir aile yaşamı olan evler oluyor sobeler… Bizim de bu akşam, temiz, kocaman bir banyosu ve begonvilli bir balkonu olan bir odamız ve aşağıda anneanneden toruna kocaman bir ailemiz var.
Akşam yemeğini sahilde bulunan meşhur Konoba Feral’de yiyeceğiz. Önünde sıra olmasına rağmen 10 dakika içinde masamıza oturuyoruz. Şarabımız Zlatan Poşip eşliğinde Pag Peyniri & domates; karidesli salata; nefis sarımsak sosu ile ızgara ahtapot ve kalamar masamızda bir yaz şöleni oluşturuyor.

ZADAR
Dalmaçya tatilimizin son durağı olan Zadar hem zengin tarihe sahip eski şehri; hem de ilginç sanat çalışmaları ile öne çıkan bir şehir. Nispeten daha az bir turist kalabalığına sahip, buna rağmen canlı bir sosyal hayatı var; müzeler, roma kalıntıları, güzel restaurantları ile dikkat çekiyor.

Otelimiz Villa Hresc, tatil boyunca kaldığımız en iyi otel oluyor. Her ayrıntının düşünüldüğü, şık ve fonksiyonel bir konaklama alternatifi sunan Villa Hresc, eski Zadar’a uzaktan bakan konumuyla da müthiş bir manzara sunuyor.
Odamızın kocaman balkonundan paha biçilmez Zadar manzarası ve her geçen saat biraz daha güzelleşen gün batımını izledikten sonra eski Zadar’a doğru yola çıkıyoruz.
Zadar’ın en hoş geleneklerinden bir tanesi 850 yıldan beri süregelen eski şehre kırmızı ahşap kayıkla geçme geleneği, bu kayıkçılara "barkarioli" deniyor… Artık eski şehri karaya bağlayan bir köprü ve otobüsler olmasına rağmen bu geleneği sürdüren bir barkarioli hala var. Eski şehre barkarioli ile geçmenin avantajları çok fazla; öncelikle romantik bir yöntem ve bu şehre yakışıyor, kısa sürüyor (güzelim kayıkla gün batımında gitmek varken, otobüste sıkışmak mı?), üstelik sadece 5 kuna, yani çok ucuz…
Zadar'ın ünlü "barkarioli"si...
Biz de bu geleneğe uyuyoruz ve yavaş yavaş yaklaşmakta olan kırmızı kayığı bekliyoruz iskelede… Yaşlı barkarioli delikanlı çevikliğinde çekiyor kürekleri, yaklaştıkça kulağımıza çalınan Nirvana ezgileri de cabası… Eski Zadar’a gün batımında “smells like teen spirit” eşliğinde varıyoruz.
Doğruca Zadar’ın sunduğu en ilginç deneysel sanat eserleri “deniz orgu ve güneşe selam”’ı görmeye gidiyoruz. Bu deneysel ve gücünü tamamen doğadan tasarımlar Hırvat mimar Nicola Basic tarafından tasarlanmış.
Deniz orguna (sea organ) yaklaştığımızı duyduğumuz düzensiz ve tuhaf seslerden anlıyoruz. Burası gün batımının en güzel göründüğü noktaya konumlanmış, oturup hem gün batımını izleyip; hem de bir süre sonra hipnotize etmeye başlayan denizin müziğini dinleyebileceğiniz şekilde tasarlanmış bir yer. Özellikle fırtınalı havada ya da açıktan büyük bir tekne geçtiği zaman sesler iyice coşarak etkisini daha da arttırıyor.
Deniz orgunun hemen yanında “güneşe selam” (sun salutation) bulunuyor. Tüm gün güneş enerjisini toplayan 22m çapında kocaman bir daireden oluşan sanat eseri, gece olunca tüm gün topladığı enerjiyi renkli ışıklar halinde yansıtıyor. Gece deniz orgunun sesiyle birleşen renkli ışıklar, gücünü doğadan alan alternatif bir gece kulübü oluyor sanki… Renkli ışıklar saçan kocaman dairenin üzerinde yatanlar, dans edenler, öpüşenler ya da sadece duranlarla hiçbir yerde göremeyeceğiniz bir manzaraya şahit oluyorsunuz.
Bu eşsiz deneyim sonrasında akşam yemeği için yine Zadar’ın iyi restaurantlarından bir tanesi olan Kornat’a gidiyoruz. Yemeğimize Trüf mantarı çorbası ile başlıyoruz, ardından da dülger balığı ile devam ediyoruz. Şarabımız Korak Chardonnay, tatilin en iyi şaraplarından bir tanesi… Burada servis hem çok iyi ve hızlı; hem de garsonlar çok sevimli… Bu güzel yemekle tatilimizin bitişini kutluyoruz.
Yine kırmızı kayıkla dönüşe geçmek üzere bu sefer eski şehir tarafındaki iskelede bekliyoruz. Kayık bize doğru yaklaşırken bu sefer de Queen ezgileri kaplıyor havayı…

I've paid my dues -
 Time after time - 
I've done my sentence 
But committed no crime - 
And bad mistakes 
I've made a few 
I've had my share of sand kicked in my face - 
But I've come through 
We are the champions - my friends
And we'll keep on fighting - till the end -
We are the champions -
We are the champions
No time for losers 

We are the champions - my friends 
And we'll keep on fighting - till the end - 
We are the champions - 
We are the champions 
No time for losers -
Cause we are the champions - of the world -


FAYDALI ADRESLER:

Öncelikle seyahatinizi planlarken işinize yarayabilecek linkler;

Adalara gideceksiniz, feribot hatlarını kontrol edip, özellikle arabanız varsa biletleri önceden almanız önerilir.İşte Hırvatistan deniz yolları web-sitesi;


Seyahatinizi planlarken işinize yarayabilecek bir başka link;


Biz Hırvat beyazlarına bayılmıştık, gitmeden önce Hırvat şarapları hakkında biraz bilgilenmek iyi olabilir;


SIBENIK

PELEGRINI

Jurja Dalmatinca 1, Sibenik 2200, Croatia
+385 22 213 701


Rüya gibi bir lokasyonda, muhteşem Hırvat mutfağının en 

güzel örnekleri... Kaçırmayın!


SPLIT

DIOCLETIAN ROOMS
Poljana Kneza Trpimira 2, Split, Croatia

Burası tipik bir otel değil, daha çok bir apartman dairesi olarak tarif edilebilir. Telefon ya da web-sitesi yok, ama bütün bilinen rezervasyon siteleri ile rezervasyon yapabilirsiniz.Hayal bile edilemeyecek kadar güzel bir lokasyonu ve manzarası var. Sabah uyandığınızda bin yıllık Diocletian kulesi yataktan görünüyor.

HVAR

GARIFUL

Riva, 21, Hvar, Hvar Island, Croatia
+385 (0)21-742-999


Hvar limanında şık ve lezzetli bir restoran... Tüm deniz ürünleri taptaze ve Istakozu dışarıdaki ızgarada zeytinyağı ile pişiriyorlar...İçeri girdiğinizde içinde Istakozlar olan dev bir akvaryumun üzerinde yürüyorsunuz.

SUNCANI HVAR HOTELS


Hvar, Hırvatistan'ın en havalı lokasyonu ve Hvar'ın en iyi otelleri de Suncani'ye ait ve hepsi riya gibi... Hvar'a gidiyorsanız hakkını vermek için biraz bütçeyi gözden çıkarın derim... Benim yazıda anlattığım rüya "beach club" da Hotel Amfora'nın plajı...


KORÇULA

VİLLA SOKOL

Lumbarda 44, Lumbarda, Korcula Island 20263, Croatia

+385 (0) 98 344 182

Korçula'nın merkezinden uzakta tam bir kafa dinleme ve deniz tatili yapma mekanı; odalar dev gibi ve koya bakan nefis balkonları var, önünde özel bir plajı var. Ev sahipleri de harika...

KONOBA MARETTA

Ulica Sv. Roka 4

+385 (0)20 711144


Korçulanın atmosferik eski şehrinde tipik Hırvat konoba'sının en iyi örneklerinden...



STON


KAPETANOVA KUCA

Mali Ston limanında, (Kaptanın yeri)

Denizden yeni çıkmış taptaze istiridyeler...

+385 (0) 20 754555


DUBROVNİK

BERKELEY HOTEL

Andrije Hebranga 116A, Dubrovnik 20000, Croatia00 385 (0) 20 494 160http://www.berkeleyhotel.hr

Dubrovnik'in en iyi orta sınıf otellerinden biri...


VILLA DUBROVNIK

Vlaha Bukovca 6, Dubrovnik 20000, Croatiahttp://www.villa-dubrovnik.hrRomantik ve lüks bir otel arıyorsanız, burası...

RESTAURANT AMFORA
Obala Stjepana Radica 26, Dubrovnik 20000, Croatia
+385 (0) 20 419 419
Modern Hırvat mutfağının en iyi örneklerinden...


BRELA

KONOBA FERAL
OB.KNEZA DOMOGOJA 30, Brela, Hırvatistan
+385(0)21 618909

Deniz kenarında tan bir akdeniz aile işletmesi ve Hırvat mutfağının iyi bir örneği...


ZADAR

VILLA HRESC
Obala Kneza Trpimira 28, Zadar, Hırvatistan 

Zadar için harika bir lokasyonda, içi yenilenmiş, panaromik manzaralı fearh bir otel... 

KORNAT
Liburnska obala 6, 23000, Zadar, Hırvatistan
+385 23 254 501
Zadar'ın en iyilerinden bir tanesi...




9 Ocak 2013 Çarşamba

HAVANA'DA GÜLÜMSEYEN YÜZLER



İlk Küba şarkısını duyduğumda kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, ama Küba müziğine o an itibariyle aşık olduğumu söyleyebilirim. Sonra  17 yaşlarımdayken Buena Vista Social Club fırtınası dünyayı kasıp kavurmaya başladığında kararımı vermiştim, ilk fırsatta gidip görmeliydim Küba’yı… Bunu gerçekleştirmem  13 sene almış olsa da kesinlikle geç sayılmazdı…
Çok uzun bir uçuş sonrasında bavulumuzu alakasız bir bandın üzerinde güç bela bulup, para bozdurmak üzere sıraya girmeden önce, turist ofis’e taksilerin yerini sorduk, kadın yandaki duvara yaslanmış bir adamı işaret ederek, “that man is a taxi” dedi, adama bizi burada bekle diye tembihledikten sonra uzun para bozdurma sırasındaki yerimizi aldık. Bir süre sonra sevimli, esmer, kavruk bir adam geldi ve bize eliyle “gel işareti” yaptı,” bu sıra çok uzun, yukarda hiç sıra yok” dedi; sonra da bizim sarışın ve iri yarı taksi şoförünü gösterip “ben onun kardeşiyim” dedi,  bu fiziksel açıdan pek mümkün görünmese de inandık. Bu arada, adamın sözünü dinleyip, yukarıdan paramızı iki dakika içinde bozdurmuş ve dışarı çıkmıştık bile. Dışarı çıktığımızda önümüzde dört tekerleği olduğundan araba olduğunu çıkardığımız bir alet vardı. Evet bu taksimizdi ve aşağı yukarı bavulumuzla aynı boy olduğundan, buna asla binemeyeceğimizi düşünüyordum ama bavulu çok profesyonelce bagaja sığdırdılar. Az sonra, bu dört tekerlekli bir kısmı sarı; bir kısmı siyah; camları siyah filmli bir aletin içindeydik, kontak çevrilir çevrilmez müthiş bir gürültü ile birlikte bir “raggaton (Küba’da yeni populer olan Latin rap müziği gibi bir müzik)” başladı arabanın içinde… Bu müthiş gürültüye bir de camlardan gelen rüzgarın sesi karışınca hayatımızın en gürültülü yolculuğu bu oldu diyebilirim. Karanlık yollardan, virajları güç bela alırken bir yandan da öndeki iki adam bağırarak İspanyolca konuşmaya ve gülüşmeye devam ediyorlardı, içimizi rahatlatan tek unsur ise önde çalışan bir taksimetre olmasıydı.  Yarım saatlik bir yolculuk sonrasında Havana’ya vardık. Meşhur Malecon’a dalgalar vuruyordu, buna rağmen insanlar duvarların üzerinde oturup, şanslarını deniyorlardı sanki…
Aylar önce internetten ayarladığımız, hakkında bir sürü güzel şey okuduğumuz ve hatta parasını ödemiş olduğumuz otelimiz San Miguel’e kavuşmuştuk sonunda… Bu güzel koloniyal binadan içeri girerken ister istemez bir gülümseme yayılmıştı yüzümüze… 
Ta ki, bizi sonsuz ve güzel bir gülümseme ile karşılayan Michael, bize odamızı su bastığı için bu gece burada kalamayacağımızı söyleyene kadar... Bize çok güzel başka bir otelde yanlızca bu gece için bir oda ayırttıklarını ve gidiş – geliş taksimizi de ödeyeceklerini belirtti... Bu diğer otel en azından Havana’da olmalıydı değil mi? Bu soruya aldığımız cevap ise, “Havana da değil, ama çok yakın... sadece 15 dakika uzakta” oldu...
Önce yorgunluğumuzun da verdiği hassaslıkla agresif İstanbul tepkileri verdiysek de; sonunda tatilde olduğumuzu ve ne olursa olsun hiçbir şeyin keyfimizi kolay kolay bozmasına izin vermememiz gerektiğini hatırladık ve bir dakika içinde otelin barında buz gibi Küba biralarımızı içip, gülüşmeye başlamıştık bile…
Bu geceki otelimiz Miramar’da Chateu Hotel…  İsmi sizi aldatmasın… Her ne kadar adı Havana civarındaki en lüks oteller içinde geçiyor olsa da, burası 1980 öncesi bir Turban oteli havasında son derece “kitch”… Öyle ki lobisinde içinde plastik kuğuların ve kurbağaların yüzmekte olduğu bir süs havuzu bulunuyor…  Sonunda odamıza çıktık, ama o da ne? Kartı yuvaya soktuğumuzda odanın ışıkları yanmıyor. Bizi yukarı çıkaran ve nefis bir gülümseyişi olan bell-boy, yardım getirmek için aşağı indi ve 2 dakika içinde geri geldi, odaya girip ampulleri çevirmeye başladığında ışıklar teker teker yanmaya başladı… Hemen duş yapıp, yattık… Öyle yorgunduk ki, artık hiçbir şeyin öneminin kalmadığı bir noktadaydık…
HAVANA
Erkenden uyandık, Küba kahvaltısı tabir edilen, kötü tropik meyveler, kahve ve omletten oluşan kahvaltımızı ettik, derhal bizi almaya gelen taksiye binip, asıl otelimiz San Miguel’e geldik ve  odamıza yerleştik.  
San Miguel, meşhur Habaguanex otellerinden bir tanesi… Habaguanex otel ve restaurantları tüm eski Havana’daki en güzel koloniyal binaların aslına uygun şekilde restore edilip, butik oteller ve hoş restaurantlara dönüştürülmesini gerçekleştiren,  tabiî ki devlete ait bir şirket… Güzel tarafı projenin başında tarihçilerden oluşan bir kurulun olması ve binaları son derece profesyonel bir şekilde restore ediyor olmaları; olumsuz tarafı ise bu otel ve restaurantlarda bugünkü Küba gerçeklerinden çok uzak bir hayatın yaşanıyor olması…  
Kathedral meydanına girmeden hemen önce yolumuzu kesen faytoncu Joseph bizi ikna etmeye çalışıyor, hatta indirim bile yapıyor, ama daha keşfe yeni başladık, fayton turu için çok erken... Sonuçta neşeli bir sohbet kazanmış oluyoruz. Oradan ayrılırken Joseph bize “Havana çok güvenlidir” diyor;  “Havana’da 2 milyon insan yaşar. 1 milyonu insan; 1 milyonu polis, çok güvenli...”
Bu ilginç ve sevimli sohbet sonrasında tam göbeğinden eski şehre (Habana Vieja’ya) dalıyoruz. Kathedral meydanına girdiğimizde yeni restore edilmiş bir binanın, sapsarı duvarının önünde oturan, kafasında çiçekleri olan, rengarenk giyinmiş ve puro içiyormuş gibi yapan teyze karşılıyor bizi. Resmini çekmek isterseniz kendisine para veriyorsunuz, bir süre baktıktan sonra farkediyorum ki , Küba’ya giden birçok kişinin fotoğrafları arasında bu tatlı siyahi teyzenin resmi var... Yani aslında kendisini tanır gibiyiz bir anlamda...


Paralı resim çekmemek için direniyoruz ve kendisinin resmini çekmiyoruz ama meydana doğru köşeyi dönünce koluma giren ve elinde de kolum boyunda (yanmayan) bir purosu olan hoş giyimli amca pes etmemize neden oluyor. Bir şekilde kendimizi onunla resimler çektirirken buluyoruz. Daha hoş olanı ise Okan’ın kontrolümüz dışında oluşan bu resim çekme seramonisinin karşılığında çıkarıp bu amcaya 3 CUC vermesi oluyor. Henüz para kavramımız gelişmediğinden, 3 CUC’un bir Kübalı için neredeyse 10 günlük geçinme parası olduğunun bilincinde değiliz. (Akşama doğru bu konuda hızlı bir gelişme kaydediliyor ister istemez)
Bu çifte standartlı ekonomik sisteme alışmak ve Küba’nın aslında biz turistler için oldukça pahalı bir ülke olduğunu anlamak bir günümüzü alıyor.
Sabah kahvemizi Kathedral meydanındaki meşhur restaurant El Patio’nun meydanın tam ortasında bulunan masalarında içiyoruz. Bu arada da etraftaki turistleri avlayan geleneksel kıyafetli birkaç kadını ve az önce bizden 10 günlük geçimini elde etmiş olan şapkalı amcayı gözlemleme fırsatı buluyoruz. Meydana giriş noktasında sakin bir şekilde bekleyip, bizim gibi acemi turistlerin koluna giriyor ve tatlı dilleriyle onları ikna ediveriyorlar. Tam da bu sırada karşımızda durmakta olan bir karikatüristin Okan’a odaklandığını farkediyoruz, Okan her ne kadar göz temasından kaçınıyorsa da iş işten geçiyor ve karikatürist 2 dakika içinde oldukça başarılı bir karikatürü masamıza bırakıveriyor. “Ne kadar?” diye sorduğumuzda da “siz ne kadar vermek isterseniz?” diyor. Verdiğimiz 1 CUC karşısında benim de bir karikatürümü çiziyor ve teşekkür ederek uzaklaşıyor. (Para kavramı ile ilgili eğitimimiz tüm hızıyla sürmekte :)
Havana Vieja’daki turumuza Plaza de Armas ile devam ediyoruz. Burası açık hava kitap pazarının kurulduğu ve birçok eski kitabın yanısıra Fidel, Che ve devrim hakkında birçok kitabın da bulunabileceği; ortasından yemyeşil mini bir park geçen; denize oldukça yakın bir meydan... Tatlı turist avcılarından burada da bol miktarda mevcut...
Buradan sonra Havana’nın en önemli sokaklarından birinde, Obispo’da kalabalığa karışıyoruz. Bu sokak kurulduğu günden bu yana Havana’nın en canlı sokaklarından bir tanesi olmuş. Devrim öncesinde burası en lüks butiklerle, dünyanın dört bir tarafından gelen en kaliteli malların satıldığı dükkanlarla dolup taşarken; bugün burada herhangi bir lüksten bahsedemiyoruz. Yine de kalabalık ve hareketli oluşu sebebiyle şehrin kalbinin bu sokakta atmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bugün burada kafeler, banka,  meşhur dondurmacı, Hotel Florida, CD ve hediyelik eşya dükkanları var. Sokağın ortalarında bulunan Hotel Florida da yine Habaguanex’in aslına uygun olarak restore ettiği nefis bir butik otel olarak, tipik koloniyal tarzda ve ağaçlık olan avlusuyla sokaktan geçenlerin hipnotize olmuş bakışlarına hedef oluyor. Aynı zamanda bu sokak Habana Vieja’yı (şu anda gezmekte olduğumuz eski şehir);  Centro Habana’ya (şehir merkezine) bağlayan sokak olma özellğine de sahip... 
Obispo’yu kesen yeni restore edilmiş şık binaları, minik turistik butikleri ve küçük tatlı bir parkı bulunan Mercaderes caddesinde keyifli bir yürüyüş sonrasında, şehrin üçüncü önemli meydanı  olan Plaza Vieja’ya çıkıyoruz. Tam da karnımız zil çalarken karşımızda gördüğümüz manzara bizi kendine doğru çekiyor. Bu güzeller güzeli meydanda bulunan ve Avusturyalı bir çiftin işlettiği, kendi birasını kendisi üreten “Taberna de la Muralla” bana göre Havana’nın en lezzetli mutfaklarından bir tanesine sahip... Öyle çok sofistike bir mutfak da değil, ferforje bir askılığa asılı servis edilen nefis Istakoz ve Karides karışımı şişler “brochettas T la Muralla” ve ev yapımı bira buranın en meşhur ve de nefis menüsü... Tüm şişler ve ızgara etler, restaurantın önüne kurulmuş olan dev barbeküde pişiriliyor. Biralar gerçekten çok nefis... Barbeküde pişen etlerin dumanına karışan mükemmel Küba melodileri de cabası... Siz öğle yemeğinizi yerken orkestra durup dinlenmeksizin çalıyor... Bu arada Küba’da sürekli deniz ürünü yemekten sıkıldığınızda (ki bu er ya da geç oluyor) yine Taberna de la Muralla’nın lezzetli hamburgeri ilaç gibi geliyor... (Hamburger + fıçı bira 3,50 CUC)
Bu nefis moladan sonra eski Havana keşfimize devam ediyoruz. Meydanın karşı köşesinde canlı ve heyecanlı bir müzik eşliğinde, uzun sopalar üzerinde dans eden, rengarenk kostümlü dansçılar görünüveriyor... Birdenbire ortam bir karnavala dönüşüyor; herkes gülümsüyor, dans ediyor, eğleniyor... Tabii arkadan gelen grubun en güzel kızı da para kesesini , sonsuz bir gülümseme eşliğinde  eğlenen turistlere uzatıyor ve bahşişleri topluyor... Bu ekip Havana dans okulu, her Pazar farklı kostümlerle uzun sopalar üzerinde eski Havana’yı dolaşıyorlar. 


Dans ekibi uzaklaştıktan sonra, Plaza Vieja’nın hemen köşesinde bulunan, pek çok turistin görmeden geçtiği, ama şehri 360 derece görüp anlamak adına müthiş bir buluş olan “Camara Oscura’yı” görmeye gidiyoruz. Burada sizi karanlık bir odaya alıyorlar, bu yüksek binadaki çeşitli noktalara yerleştirilen aynalar yardımıyla Havana’nın canlı görüntülerini 360 derece bu karanlık odadaki bir düzleme yansıtıyorlar. Mesela siz aşağıdaki meydanda sevgilinizle romantik anlar yaşarken bu odadaki turistler sizi görüp, hakkınızda espriler yapabiliyorlar. Ayrıca gösteriyi yapan Kübalı rehber de hem çok yetenekli, hem de son derece esprili...
Havana’da onlarca müze içinden herkesin ilgisini çekecek en az birkaç müze bulunur. Bizim bugünkü durağımız Rom Müzesi oluyor. Havana Club sponsorluğunda kurulmuş bu müzede son derece profesyonel rehberimiz eşliğinde romun nasıl yapıldığını, çeşitlerini, hangisinin en iyisi olduğunu yaklaşık 20 dakikalık bir turda öğreniyoruz. Turun sonunda ise ikram edilen nefis 7 yıllık romlarımızı yudumluyoruz. 
HAVANA’DA HEMINGWAY’İN İZLERİ
Tüm gün beklediğimiz an yaklaşırken akşam güneşinin ısıttığı Havana sokaklarında işten çıkan havanalılar, biz turistler, müzisyenler, fotoğraf çektirmek için kostümle etrafta dolaşanlar arasında bir köşe kapmaca başlıyor. Evet Hemingway’in meşhur La Bodeguita del Medio’sunda Mojitolarımızı yudumlama saati gelmişti. Burası Kathedral meydanına çıkan ara sokaklardan birinde bulunuyor. Küçücük bir bar ve son derce popüler... Öyle ki burayı içeriden gelen müzik sesleri ve akşam üzeri sokağa taşan kalabalıktan hemen tanırsınız. İçeri girer girmez orkestra sizi kırk yıllık arkadaşlarıymışsınız gibi karşılıyor. Her an elinize marakasları, hatta daha da iyisi mikrofonu tutuşturabilirler. Sürekli bir turist kalabalığı var, ortam o kadar samimi ki tatil boyunca buraya her geldiğinizde farklı ülkelerden birileriyle tanışabilirsiniz. Orkestranın Gloria Estefan’a benzeyen solisti, herkesi kaynaştırmakta usta, daha birinci mojitoları bitirdiğimiz anda bana marakasları isteyip istemediğimi soruyor, tabii bu teklifi hemen kabul ediyorum. Bir süre sonra bir İsveçli kadın alıyor mikrofonu, süper bir sesi var, o “summertime”ı söylerken, marakaslarımla kendisine eşlik etmeyi ihmal etmiyorum. 
Duvarda Hemingway’den kalan pek çok hatıranın yanısıra, ustanın kendi el yazısı ile yazılmış “My Mojito in La Bodeguita; my Daiquiri in El Floridita” yazısını görebilirsiniz. Ernest Hemingway hayatının önemli bir kısmını Küba’da geçirmiş, hatta 1954 yılında kazandığı Nobel ödülü de bugün hala adanın doğu ucundaki Santiago de Cuba’da bir kilisede bulunuyor. Büyük usta  ya da Kübalıların onu tanıdığı ismiyle “Papa”, 1932-1939 arasında Havana’nın meşhur pembe oteli Hotel Ambos Mundos’un 511 numaralı odasına yerleşmiş. “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ve “Silahlara Veda”yı bu odada yazmış. Daha sonra Havana’nın dışında bir çiftlik evi satın alarak buraya yerleşmiş ve 1961’e kadar Küba’da kalmış. Küba’dan döndükten kısa bir süre sonra da av tüfeğiyle kendisini vurarak hayata veda etmiş.  
Hemingway’in diğer önemli barı El Floridita ise daha elegan, Kübalıların kapısından girmesinin söz konusu olmadığı bir başka dünyada yer alıyor. Obispo’nun Centro Habana’ya doğru açılan ucunda yer alan El Floridita’da Daiquiriler gerçekten çok lezzetli ve oldukça da kuvvetli... Efsaneye göre “Papa” buradaki rekoru 13 duble Daiquiri’ymiş. Bugün bu rekoru kırmayı başarabilirseniz, bir duble de El Floridita’dan size hediye ediliyor. Denemeyi düşünmüyoruz bile, çünkü birer kadeh bile barın ucunda oturmakta olan bronz Hemingway’le samimileşmemize yetiyor.
KÜBA’DA AKŞAM YEMEĞİ İÇİN SEÇENEKLER


Havana’da akşam bastırdığında yemeğinizi bir paladarda mı; yoksa bir Habaguanex restaurantında mı yemeniz gerektiği  konusunda kafanız karışabilir, bunun sebebi tüm gün etrafta gördüğünüz El Patio ya da Cafe del Orient gibi Habaguanex restaurantlarının romantik koloniyal ambyanslariyla sizi kendilerine doğru çekmesidir. İşin doğrusu Küba’da  iyi ve lezzetli yemek  için doğru adres kesinlikle bir paladar olmalı… 
Küba’nın turizme açılmasıyla devlet maximum 12 kişi ağırlanacak şekilde Kübalıların evlerinde, turistlere para karşılığında yemek servisi vermesine izin vermeye başlamış, bu ev restaurantlara da paladar denilmekte…  Bu kanunla birlikte bir çok Kübalı evlerini paladar olarak hizmete açmış, tabii ki yalnızca 12 kişiye hizmet veren paladar çok az, genellikle ilk avluda 12 sandalye içerde ya da farklı bir avluda daha fazla sandalye oluyor.
 Havana’da uluslararası standartlarda iyi mutfağı olan birkaç paladar var, ancak ülke çapında geziyorsanız gideceğiniz diğer paladarlar size Küba ev yemekleri sunacaklardır ve en güzel Küba yemekleri kesinlikle evlerde yapılanlardır. Ülkenin her yerinde en çok rastlayacağınız yiyecek de ıstakoz olacaktır, ülkemizde bir servet değerinde olan ıstakozlar, Küba’da tavuk fiyatına satılıyor ve zaman zaman bir porsiyonda iki tane olarak bile servis ediliyor.
Havana’ya dönersek, mükemmel bir yemek deneyimi için La Coccina de Liliam doğru adres olacaktır. Burası elçiliklerin bulunduğu Miramar’da bahçeli nefis bir villada yer alan bir paladar. Kocaman bahçesine girdiğinizde içerideki diplomat kalabalığını fark etmemeniz olanaksız. Nefis yemekleriyle de gönlünüzü kazanmaması mümkün değil.
DEVRİM MÜZESİ
Küba’nın tarihini, hikayesini ve ruhunu kavramak için yapılacak en doğru hareketlerden biri de Museo de Revolucion’u (devrim müzesini) gezmek olacaktır. Şehir merkezinde yer alan devrim müzesi her ne kadar propaganda ile dolu olsa da Küba’da sosyalizmin neden ve nasıl oluştuğunu kronolojik sıralamayla çok açık ve herkesin anlayabileceği şekilde aktarıyor. Müzeyi kronolojik olarak gezebilmek için en yukardan aşağıya doğru inmek gerekiyor. Batista döneminin zulmü, Fidel Castro, Che ve Kübalılar tarafından çok fazla sevilen ancak Küba dışında çok bilinmeyen Camillo Cienfuegos’un yönettiği harekatlar; Fidel ve Raul Castro’nun tutuklanmaları ve sürgün düşmeleri hakkında gazete haberleri, belgeler, özel eşyalar sergilenmekte ve tüm bunları görmek gerçekten de son derece etkileyici…
Bunun yanı sıra devrimle ilglili görülmesini tavsiye edebileceğim ve yine çok etkileyici olan Hotel Habana Libre’nın lobisi… Şimdiki Hotel Habana Libre,  Mart 1958’de Batista tarafından görkemli bir açılışla hizmete giren Havana Hilton… Fidel’in ordusu Ocak 1959’da Havana’ya ilk girdiğinde Havana Hilton’u işgal etmiş ve Fidel ülkeyi bir süre otelin 24.katından yönetmiş. Bugün Hotel Habana Libre’nin lobisinde Fidelin adamlarının şehre girdikleri ilk gün otelin lobisinde çekilmiş fotoğrafları asılı ve resimlere bakarken o anı hayal etmek bile insanın tüylerini ürpertmeye yetiyor…
SON SÖZ
Rusya’nın çöküşü ile çok karanlık bir dönem geçiren Küba 1994’da ekonomik kalkınmayı sağlayabilmek için ülkeyi turizme açmaya karar vermiş ve çifte standartlı bir ekonomik sisteme geçmiş. Ülkede Küba’lılar peso harcamaya devam ederken; turistler pesonun 25 katı değerinde ve Amerikan dolarına birebir denk olan ve CUC ismi verilen bir başka para birimi kullanmak durumundalar. Bu sistem ülke ekonomisini karanlık dönemden çıkarmış çıkarmasına ama Kübalılar arasında da ciddi eşitsizlikler baş göstermeye başlamış; yeni sosyal sınıflar çok belirgin şekilde göze çarpmakta; turizmle ilgilenen herkes bir şekilde daha fazla para kazanmanın yolunu bulmuş, turizmle ilgisi olmayanlar ise hayatlarına eski standartlarında devam etmişler. Gidişat o ki; ülkenin bir numaralı umudu olan turizm, ülkedeki rejimin çöküşünün temellerini hazırlamakta… 

Küba’da tanıştığımız herkes son derece neşeli ve kocaman bir gülümseyişe sahip,olağanüstü bir ortak kültürleri var; müzik ve dans… Bunu görebilmek için sokağa çıkmanız yeterli, müzik ve dans her yerde; yaşamın tam ortasında yer alıyor. Kübalılarla biraz sohbet ettiğinizde herkesin umutla ülkenin dünyaya açılacağı o günleri beklediğini görüyorsunuz. 
O gün geldiğinde bundan daha iyi bir durumda olup-olmayacaklarını henüz bilmiyorlar ama bunu yaşamadan görmeleri mümkün değil… Umarım o gün geldiğinde kültürlerini ve kocaman gülümseyişlerini feda etmek zorunda kalmazlar…


FAYDALI ADRESLER:

OTELLER
Otel için tek adres;


Aslına uygun restore edilmiş, koloniyal tarzda butik otellerden en beğendiğinizi seçin... İçlerinden en kalıp da beğendiklerimi de aşağıda görebilirsiniz.
Bütün bu otellerin barları keyifli; hepsinde legal puro satışı var; hatta istediğiniz "limited edition" çeşitleri de istek üzerine bulabiliyorlar.


HOTEL SAN MIGUEL

Calle Cuba No 2, esquina Peña Pobre, La Habana Vieja

Tel: (537) 862 7656

PALACIO O'FARILL

Calle Cuba 102-108 entre Chacón y

Tejadillo, Habana Vieja, Cuba.
Tel: (537) 860 5080

HOTEL FLORIDA*

Calle Obispo esq. a Cuba. Ciudad de La Habana

Tel: (537) 862 4127

*Florida'da kalmadım ama görünce aklım kaldı...

KAFE/RESTORAN

Havana hızlı bir değişime girdiği için, her geçen gün yeni ve iddialı bir paladar açılıyor. Bu sebeple size en iyileri, en son değerlendirmelere bakarak derledim.

SAN CRISTOBAL PALADAR

San Rafael No 469, E/ Lealtad y Campanario, Havana, Cuba
+537 860-1705

PALADAR LOS MERCADARES

Calle Mercaderes #207 e/ Lamparilla y Amargura, Havana
+537 8612437

DONA EUTIMIA

Callejon del Chorro # 60-C | Plaza de la Catedral, Habana Vieja, Havana 
+537 8611332

LA COCCINA DE LILIAM

Calle 48 No. 1311  Entre 13 y 15. Miramar, Playa., Havana
+537 209-6514