Sabah 5.00’te çılgınca bir yağmur eşliğinde
Delhi’ye varıyoruz, saat Türkiye’de sabah 1.30 olduğu için vücut saatimiz biraz
sarsılmış durumda, sudan çıkmış balık gibiyiz... Bizi karşılamaya gelen ve
adını utanarak hatırlamadığım, aydınlık yüzlü, güzel gülümseyen çocuk,
havaalanında boynumuza o yanık turuncu renkteki Hint çiçeklerini geçiriyor ve hep
birlikte yağmurda arabaya doğru yürüyoruz... Delhi henüz güne uyanmadığından, o
meşhur kaotik trafikten eser yok yollarda...
Delhi usulü tüpçü |
Otelimiz muhteşem Leela Palace’ın kapısında
duruyoruz ve araba sıkı bir aramadan geçiyor. İstanbul’daki güvenliği fazla
bulan ben, önümüzdeki 10 gün boyunca sıkı güvenlik nasıl olurmuş, göreceğim
anlaşılan, zira bu daha başlangıç...
Muhteşem lobiye giriş yapıyoruz, her taraf
taptaze çiçeklerle dolu... Üstelik sabahın 6.00’sı olmasına rağmen odamızı
hemen veriyorlar bize... Ne kadar yorgun olursak olalım, bu biraz dinlenmemizi
ve seyahatimize harika başlangıç yapmamızı sağlıyor...
Sabah makul bir saatte Delhi’yi keşfetmek için
hazırız artık...
İLK
MANZARALAR
Otelimiz diplomatik bölgede olduğu için
muhteşem elçilikler arasından, ilerliyoruz, şimdiye kadar gördüğüm, yemyeşil ve
temiz bir Delhi... Öte yandan birçok
askeri ve bürokratik bina da; Delhi’nin bu bölgesinde toplanmış; yer yer
parklar var; geniş bulvarları ayıran refüjler bile alabildiğine yeşil...
Geniş bir bulvara geliyoruz yolun bir ucunda
Delhi’nin bir numaralı buluşma noktası India Gate puslar içinde kendini
gösteriyor; diğer ucunda ise görkemli Raj Ghat Parlemento binası bulunuyor. En
ilginci de, şehrin içinde dolaşıyor olmamıza rağmen; şimdiye kadar Delhi’nin
anlatılan o meşhur “kaos”una dair hiçbir şey görmemiş olmamız... Gözüme çarpan
tek sorun kaotik trafik ve hiç durmayan korna sesleri...
ESKİ
DELHİ’YE HAZIR OLMAK DİYE BİRŞEY YOK... YUMRUĞU YİYİP SERSEMLEMEK VAR
Eski Delhi Pazarı Chandni Chowk civarında bir yer |
Ancak eski Delhi’ye doğru yaklaştıkça, şehir
yavaş yavaş başka bir yüzünü göstermeye başlıyor. Yol kenarları, köprü altları
ve refüjler insanı, insanlığından utandıran, akıl almaz manzaralarla dolu...
Gördüklerim, insanın gözlerini acıtacak kadar korkunç bir fakirliğe işaret
ediyor... Refüjlere asılmış örtüler, battaniyeler, giysiler, donlar
geçiyoruz... Anlaşılan köprülerin altında yaşayan insanlar sabahki yağmurda
ıslanan eşyalarını bu şekilde kurutuyorlar. Yol kenarlarında yağmur sonrası
oluşmuş küçük göletler, bu göletlerin başında oturan küçücük çocuklar; çöpler;
çöplerin içinde oturarak ısınmaya çalışan yarı çıplak insanlar; acımasız bir
fakirlik manzarası insanın beynini yakıyor. Bir yandan da hayat son hızıyla
devam ediyor Delhi’de... Dip dibe bir trafik, hiç durmayan korna sesleriyle
insanı dumura uğratıyor.
Yaprağa sarılan çeşnili bir tütün, bunu çiğneyip, litrelerce tükürüyorlar (ayıptır söylemesi :)) |
Tüm bu manzaraları izlerken kalabalık artmaya
ve iyice kaosa dönüşmeye başlıyor, böylece eski şehre geldiğimizi anlıyoruz. Bu
öyle bir kalabalık ki; müthiş bir kaos; rikşalar*, moto-rikşalar*, insanlar,
çocuklar, köpekler, sariler*, hamallar, arabalar, inekler, dumanlar içindeki
yemek tezgahları, üzerinde ne yapıldığını asla anlayamayacağınız tuhaf yiyecek
tezgahları, koku, yağmur göletleri ve en yorucusu da hiç ama hiç bitmeyen korna
sesleri.. Bütün bunlar dip dibe, hiçbir şeyin arasında mesafe yok...
Eski Delhi'den bir manzara |
Aniden arabamız duruyor, arabadan inip, bu
kaosun içine konuyoruz adeta... Öyle pis ki ve bir o kadar da yabancı; ilk
tepkim mi?; dünya üzerinde böyle bir yerin olduğuna inanamıyorum. Bu arada
önümdeki adam yolun tam ortasından, hiç bitmeyen korna seslerinin ve trafiğin
içinden sakin sakin yürüyor, bir süre onun sükunetini taklit etmeye
çalışıyorum. Sağlı sollu birbirinden acayip şeyler yapan yemek tezgahları var,
yaklaşınca yaptıkları tuhaf şeyleri insanın burnuna doğru uzatıveriyorlar,
gülümseyerek ve almayacağını bilerek... Tezgahların etrafı kalabalık... Köşede
bir adam sanatçı edasıyla, kaynamaktan katranlaşmış kızgın yağa jalebi*
döküyor.
Jalebi yer misiniz? |
Bir başka köşede bir adam bir yaprağa, ne
olduğunu bilmediğim 10 -15 çeşit baharat koyup, dolma gibi sarıyor. Sonradan
öğreniyoruz ki; bu bir ağız ferahlatıcısıymış...
Bu arada cılız, ıslak ve perişan bir köpek
peşimize takılıyor, rikşalar üzerimize üzerimize sürüyor.
CUMA
MESCİDİ VE CHANDNI CHOWK
Yavaş yavaş Delhi’ye ve bu bölgeye altın
çağını yaşatan Mogul ya da Babür hanlığının önemli eserlerinden, Jama Masjid’e,
yani Cuma Mescidine doğru yaklaşıyoruz. Yüksek
merdivenleri çıkmadan önce, aşağıda durup, bütün bu kaosun içinde bulunan; ama
ondan ayrı, bir inci gibi duran camiye bakıyoruz. Merdivenleri çıkınca yağmurun
ıslattığı taşlarda ayakkabılarımızı çıkarıyoruz, yerler ıslak, mermer soğuk,
isteyen galoş giyebiliyor. Hindistan’da turistik olan dini yerlerin kapısında
her zaman galoş satan birileri oluyor, ancak galoş ayakkabının üzerine değil,
çıplak ya da çoraplı ayağa giyilebiliyor... Bir de kameranız varsa, ayrıca para
ödemeniz gerekiyor.
Tac Mahal’i de yaptıran, efsanevi hükümdar ve
“aşık” Şah Cihan’ın 1644’te yaptırdığı muhteşem Cuma Mescidinin dev avlusuna
giriyoruz. Burası gerektiğinde 25.000 kişinin aynı anda namaz kılabildiği,
dantel gibi bir açık hava camii olarak nitelendirilebilir. Bizdeki camilerin
içinde bulunan seccadeler yerine; Cuma Mescidinin dev avlusunda beyaz mermer
üzerine, siyah mermer ile işlenmiş seccade desenleri var.
Bu ziyaretin en ilginç kısmı ise çıkarken
çıkış kapısına yüzünüzü döndüğünüzde sağ köşede oturan bir adama selam
vermemizle başlıyor. Adam oturduğu yerden kalkıp bize kapıyı açıyor ve ismi
Syed Zahoor, 14 nesildir ailesi tarafından korunan ve Timur tarafından
Mekke’den çıkarıldığını söylediği kutsal emanetleri bir bir çıkarıp göstermeye
başlıyor, bunlar arasında Hz. Ali tarafından yazılmış bir Kuran; oğlu Hz.
Hüseyin tarafından yazılmış bir başka Kuran, Hz. Muhammed’in sakalından bir
parça, çarığı ve kendisinin mucizelerinden biri olarak gösterilen mermere çıkan
ayak izi var. Hepsini saygıyla izliyoruz, bazılarına dokunmamıza bile izin veriyor.
Kendisine teşekkür edip, küçük bir bağış yaparak oradan çıkıyoruz. Kutsal
emanetlerin burada halen aynı aile tarafından korunması hoş; herkesin
görebileceği bir düzenleme yapmak yerine isteyene özel gösterim yapılması ise oldukça
ilginç bir uygulama...
Böyle ayrıcalıklı bir özel gösterimi
deneyimlemekten mutlu; ayaklarımız ıslanmış olduğundan biraz iğrenmiş olarak
caminin merdivenlerinden yeniden Eski Delhi çarşısının kaosuna iniyoruz. Köşede bekleyen iki rikşa gözümüze ilişiyor.
Normal bir insanın, Eski Delhi Çarşısı, yani Chandni Chowk’ta yürüme kabiliyeti kısıtlı olduğundan,
pazarın içine rikşalarla dalmaya karar veriyoruz. Zayıf mı zayıf rikşa
sürücümüz tüm ağırlığını vererek hızlı ve maharetli bir şekilde kaosun içinde
ilerliyor, gördüğümüz her yeni manzara, bir önceki dehşetli manzarayı
unutturuyor. Gördüğüm şeyleri tarif edebilecek bir kelime bulabilir miyim, bilmiyorum. Hava yağmurlu ve serince olduğu için, sanıyorum kötü kokular bugün
daha sakin, ama yine de tütsüler, egzoza; yemek kokuları, insan kokularına
karışıyor. Pazarın içindeki daracık sokaklarda sürekli bir trafik karşılıklı
olarak akıyor. Kendi hızında akan agresif bir trafik bu; bir sürü teğet geçiş,
bağırış, çağırış, sonsuz bir korna gürültüsü, yanımdan sürekli olarak geçen çok
ilginç insan portreleri, ilginç kıyafetler, yarı çıplak adamlar, fakirlik, dev
çuvallar taşıyan hamallar, çöpler, üstten uzayan karmakarışık elektrik
kabloları, rengarenk sari dükkanları, kenarlarda derme çatma el arabaları
üzerinde sanki el arabası dünyanın en rahat yatağıymışçasına uyuyan onlarca
adam bu trafiğin birer parçası... Doğrusu ne kadar istesem de, bu sokaklarda
nasıl yürünür hiçbir fikrim yok...
Rikşalarımıza veda edip, arabamıza atlıyoruz,
hepimizin nutku tutulmuş olduğundan arabada sessiziz... Şoförümüzün aynadan
surat ifadelerimize bakıp, hafifçe sırıttığı da gözümden kaçmıyor...
Birazcık nefes almak için şehrin önemli bir
buluşma yeri olan India Gate, yani Hindistan kapısına gidiyoruz. Bu dev kapı,
Hindistan’ın bugüne kadar katıldığı tüm savaşlarda ölen Hintli askerlerin
anısına yapılmış. Üzerinde Hindistan’ın kayıp verdiği birçok cephenin isimleri
yazıyor, cepheler arasında Gelibolu’nun da bulunması, sömürünün bir milleti ne
kadar tuhaf yerlere sürükleyebileceğinin ayırdına varmama sebep oluyor.
Anlamsızca o kadar yolu gelip, hiç bir husumetin olmayan bir ülkede,
İngilizlerin savaşında savaşıp ölmek, gerçekten çok anlamsız ve yazık...
KUTUB
MİNAR
Sabah kapalı ve yağmurlu olan hava, öğleden
sonra Kutub Minaresi’ne geldiğimizde açmaya başlıyor. Burası hayatımda gördüğüm
ilk arkeolojik İslam parkı olması sebebiyle bana oldukça ilginç geliyor...
Altın öğleden sonra güneşiyle aydınlanan muhteşem yapılar, etrafta koşuşturup
duran çizgili sincaplar, rengarenk sarili kadınlar ortama büyülü bir hava
katıyor.
Kutub Minaresini içinde barındıran bölge, Delhi’deki ilk Müslüman
yerleşimi olarak biliniyor. Delhi’nin ilk Müslüman hükümdarı Kudbeddin Aybeg
tarafından bir külliye olarak yapılmış ve tarihi Osmanlı’dan 100 yıl kadar
önceye, 1193’lere kadar uzanıyor. Bugün buraya adını veren Kutub Minaresi ise 73
metrelik yüksekliğiyle, zamanının en yüksek yapılarından bir tanesi olmuş;
bugün ise hala Hindistan’ın ikinci en yüksek minaresi ve üzeri Kuran’dan
ayetlerle kaplı...
13. yüzyıl öncesinde Kutub Minar’ın olduğu
bölgenin yerinde önemli bir Hindu tapınağının bulunduğu ve Hindular için
oldukça kutsal bir yer olduğu da kaynaklarda belirtiliyor. Müslümanlar bölgeye
Orta Asya’dan geldiklerinde bu bölgeyi yıkıp, yağmalıyorlar. Ancak Kudbeddin
Aybeg Külliyeyi kurarken buradaki tapınağa ait taşları kullanıyor, bu sebeple
buradaki bir çok yapıda kullanılan taşlarda Hindu süslemeleri bugün de görülebiliyor.
Bir rivayete göre de minarenin bir yuvarlak, bir üçgen şeklindeki oluklu
yapısında; yuvarlaklar Müslümanların dua ederken ellerini açmasını; üçgenler
ise Hinduların dua ederken ellerini kapatıp çenelerinin altında birleştirmesini
temsil ediyor. Bütün bu sebeplerden dolayı her iki inanç için de kutsal sayılan
bu bölge bugün sadece bir İslam eseri değil, Indo-İslam eseri olarak kabul ediliyor.
Şu anda buradaki ışığa, havaya ve hayata
baktığımda etkilenmemek elde değil. Yüz yıllar; hatta bin yıllardır, bu taşlar
burada, hiçbiri sonsuz olmayan milyonlarca insanı ağırlamışlar ve belki
binlerce dram, zafer, yenilgi, yıkım, aşk ve kim bilir daha nelere şahit
olmuşlar. Birileri bu taşları ince ince oyup, küçük heykellerle süsleyip, kendilerine
tapınak yapmış; bir diğeri gelmiş, onu yıkmış; aynı taşların arkasını
çevirip, bu sefer ince ince ayetlerle süslemiş kendi mabedini yapmış; bugün ise
burası bir müze ve ben buradayım... İnsanlar geçiyor, taşlar hep aynı, hayat
akıyor...
Kutub Minaresinde fotoğraf çektiren kızlar |
Babür İmparatorluğu’nun en büyük hükümdarı
Akbar’ın babası, Hümayun için, sevgili eşi Banu Begüm tarafından yaptırılan bu
türbe, Hindistan’daki ilk türbe olarak biliniyor. Hümayun ve eşi Begüm’ün yanı
sıra; Hümayun’un diğer karıları ve hatta imparatorluk berberine kadar o dönemki
saray mensuplarının hepsi burada yatıyorlar. Orta Asya ve özellikle de İran
mimarisinden izler taşıyan bu zarif türbe, aynı dönemde bu bölgede yapılan
birçok yapı gibi, kırmızı kum taşı kullanılarak yapılmış. Muhteşem bir bahçenin
içinde yer alıyor. Gerçek hayatta olduğu gibi sevdiği karısı Begüm, Hümayun’un
yanı başında; köle olan diğer karıları ise yine uzak bir köşede yan yana yatıyorlar.
KIZIL
KALE YA DA LAL KİLA
Kızımın adının Lal olduğundan bahsetmiş miydim
bilmiyorum ama Hindistan seyahatine çalışırken Lal’in Hindu dilinde kırmızı
anlamına geldiğini öğrenmem, koyduğumuz ismi daha da çok sevmeme sebep olmuştu.
Delhi’de tanıştığım insanlara, iyi bir tepki almayı bekleyerek, kızımın isminin
Lal olduğunu söylüyorum, biraz kafalarının karıştığını fark ediyorum; sonradan
anlıyorum ki Lal Hintçede erkek ismi olarak kullanılıyormuş; kızlara
verildiğinde Lali halini alıyormuş...
Eski Delhi’nin bir tarafı meşhur Pazar Chandni
Chowk ve Cuma Mescidi; diğer tarafı ise her yerden görünen muhteşem Kızıl Kale
yani Lal Kila...
Arabayı aşağıdaki parka bırakıp, köşeden tuttuğumuz iki rikşa ile ana
kapıya geliyoruz. Dev kaleye girdikten sonra biri çarşı olmak üzere, iki avlu
geçiyoruz ve kalenin iç avlusuna, sarayın olduğu kısmına ulaşıyoruz. Burası da
Babür İmparator’luğunun, kendi mimarisinin doruk noktasına ulaşmasını sağlayan,
“büyük aşık” ve sanatsever hükümdar, Şah Cihan tarafından yaptırılmış.
Hem bir kale, hem de saray olarak
düşünülebilir. Zaten Hindistan’ın bu bölgesindeki tüm kaleler bu şekilde, yani
kale saraylar olarak planlanmış... İçinde devlet binalarının ve meclisin yanı
sıra, harem, hamam, mescitler vb gibi yaşamsal alanlar mevcut... Bütün Babür eserleri
gibi, burası da zarif ve kişilikli... Dantel gibi kapılar ve pencerelerle;
incecik sütunlarla ve yarı değerli taşlardan yapılmış mozaiklerle süslü...
Öğrendiklerim içinde en üzüldüğüm ise
İngilizlerin sömürge döneminde bu muhteşem kaleyi kışla olarak kullanmış olduğu
oluyor. Kalenin, şu anda gözüme batan, biraz harap halini alması o dönemde
başlamış olmalı diye düşünüyorum... Şah
Cihan’ın biricik aşkı Mümtaz için yaptırdığı ev ise bugün müze olarak
kullanılıyor. Müzede o muhteşem zenginlikten geriye kalan bir avuç eser ve özel
eşyalar sergileniyor, yani İngilizlerin götürmeye değer bulmadığı şeyler...
Burada gördüklerim arasında beni en heyecanlandıran ise Mesnevi’nin ve
Şahname’nin birer kopyası oluyor...
DELHİ
VE SUFİ DERGAHLARI
14 ve 15. Yüzyıllarda, Babür Hanlığı zamanında
altın dönemini yaşayan Delhi, 12. Yüzyıldan beri Müslüman varlığının yoğun
olduğu bir şehir... Babür Hanlığının kökleri Orta Asya ve İran’dan geldiği
için, Delhi aynı zamanda Sufi felsefesine de ev sahipliği yapıyor. Geçmişte
yaşamış bir çok önemli Sufi dervişlerinin türbe ve dergahları şehrin çeşitli
noktalarında görülebiliyor. Bir araştırmaya göre Delhi toplam 22 tane Sufi
dergahına ev sahipliği yapıyor. Bunların birçoğunda Cuma akşamları, gün
batımında Sufi müziği yapılıyor.
Dergah'ın içinden |
İçlerinde en meşhuru, eski Delhi’deki Hazrat
Nizamuddin Dergah... Biz de dönüşte Delhi’deki son günümüzde akşam üzeri gitmek
istiyoruz bu dergaha ancak derdimizi taksicimize bir türlü anlatamadığımızdan
kendimizi başka bir Sufi dergahında buluyoruz, buranın adı da Hazrat İnayat
Khan Dergah... Hazrat Nizamuddin Dergah’ın turistik popülaritesi ile
karşılaştırdığımızda, burasının turistik bir değeri yok gibi. Ancak
Hindistan’da bulunabilecek en temiz, en bakımlı ve en sakin dergah burası olmalı,
diye düşünüyorum... Gün batımı saatleri içeride biz ve türbeyi boyamakta olan
bir adam haricinde kimsecikler yok... Oturup kafa dinlemek için muhteşem bir
ortam... Türbenin duvarlarında Sufi felsefesine dair hem açıklayıcı, hem de son
derece şiirsel bilgiler İngilizce olarak yazıyor. Sadece bir köşeye oturup, o
duvarda yazanları okumak bile, dünyada iyiliğin, saflığın, bilgeliğin ve
kabullenmenin; en az kötülük kadar var olduğunu ve her zaman bir umut olduğunu
hatırlamamı sağlıyor.
Hazrat İnayat Khan Dergahı'nın duvarında yazanlardan küçük bir bölüm |
Delhi’deki Sufi Dergahları için;
KİMDİR
BU BABÜR İMPARATORLUĞU?
Delhi’deki bir çok önemli eser ve Agra’daki
Tac Mahal dahil, bu bölgedeki bir çok yapı ve hatta belki buradaki Sufi varlığı
bile tüm insanlığa Babür İmparatorluğundan miras kalmış. Gezerken hakkında çok
az şey bildiğimi fark ettiğim bu imparatorluk, köklerinin Orta Asya’ya
dayanması sebebiyle Osmanlıyla da bağlantılı sayılıyor.
Kaynaklarda, Babür İmparatorluğu’nun,
Türk-İran karışımı bir kültüre sahip olduğu anlatılıyor. Kurucusu Babür Han, Cengiz
Han ve Timur’la akraba, bu sebeple Babür, Batılılar ve Hintliler tarafından Mogul
İmparatorluğu olarak biliniyor. Babür Hanlığı aynı zamanda; bir çok ünlü devlet
adamları ve önemli hanım sultanlar da dahil, zaman içinde İran’dan çok fazla göç
ve etki almış.
Müslümanlığın oldukça liberal bir şekilde
uygulandığı Babür topraklarında Hindular genellikle huzur içinde yaşamışlar. Bu
huzur, bölgedeki önemli Raca aileleriyle evlilik bağı da kurularak
pekiştirilmiş. En önemli hükümdarları Akbar - ki kendisinden bahsederken bugün
bile Hindular “büyük Akbar” diyerek, saygıyla bahsediyorlar- zamanında Babür
toprakları en geniş halini almış. Adil bir hükümdar olarak öne çıkan, Akbar
Şahın bir diğer önemli hayali, farklı inançları bir araya getirebilecek yeni
bir din ve felsefe geliştirerek, halkının sadece politik değil aynı zamanda
ruhani lideri olmakmış. Malum, bugün de birbirinden çok farklı bir çok inancı
barındıran bu bölge, bundan 400-500 yıl önce de aynı mozaiği korumaktaymış. Bu
sebeple Akbar, farklı din ve inançlardan, ileri gelen temsilcileri sıklıkla,
meclisinde toplar, tartıştırır ve her inancın içindeki en iyi tarafları
derinlemesine öğrenmeye çalışırmış. Buradan yola çıkarak İlahi Din ya da Allah’ın
Dini isimli bir inanç sistemi geliştirmiş ve iktidarının sonlarına doğru bu
inancı yaymaya çalışmış. Bu inanış çok fazla takipçi bulmadıysa da; bir çok
dinin temsilcilerini bir araya getirip, felsefi tartışmalar yapan ve yaptıran Büyük
Akbar, günümüzde açık görüşlü bir lider olarak saygıyla anılıyor...
*Delhi’yle ilgili otel, restoran ve alışverişe
dair ipuçları için bundan sonraki yazılarımı takip edin... Sevgiyle kalın...