31 Mart 2015 Salı

DELHİ: TURİSTİK YERLER VE İLK İZLENİMLER

Sabah 5.00’te çılgınca bir yağmur eşliğinde Delhi’ye varıyoruz, saat Türkiye’de sabah 1.30 olduğu için vücut saatimiz biraz sarsılmış durumda, sudan çıkmış balık gibiyiz... Bizi karşılamaya gelen ve adını utanarak hatırlamadığım, aydınlık yüzlü, güzel gülümseyen çocuk, havaalanında boynumuza o yanık turuncu renkteki Hint çiçeklerini geçiriyor ve hep birlikte yağmurda arabaya doğru yürüyoruz... Delhi henüz güne uyanmadığından, o meşhur kaotik trafikten eser yok yollarda...

Delhi usulü tüpçü

Otelimiz muhteşem Leela Palace’ın kapısında duruyoruz ve araba sıkı bir aramadan geçiyor. İstanbul’daki güvenliği fazla bulan ben, önümüzdeki 10 gün boyunca sıkı güvenlik nasıl olurmuş, göreceğim anlaşılan, zira bu daha başlangıç...
Muhteşem lobiye giriş yapıyoruz, her taraf taptaze çiçeklerle dolu... Üstelik sabahın 6.00’sı olmasına rağmen odamızı hemen veriyorlar bize... Ne kadar yorgun olursak olalım, bu biraz dinlenmemizi ve seyahatimize harika başlangıç yapmamızı sağlıyor...

Sabah makul bir saatte Delhi’yi keşfetmek için hazırız artık...

İLK MANZARALAR
Otelimiz diplomatik bölgede olduğu için muhteşem elçilikler arasından, ilerliyoruz, şimdiye kadar gördüğüm, yemyeşil ve temiz bir Delhi...  Öte yandan birçok askeri ve bürokratik bina da; Delhi’nin bu bölgesinde toplanmış; yer yer parklar var; geniş bulvarları ayıran refüjler bile alabildiğine yeşil...
Geniş bir bulvara geliyoruz yolun bir ucunda Delhi’nin bir numaralı buluşma noktası India Gate puslar içinde kendini gösteriyor; diğer ucunda ise görkemli Raj Ghat Parlemento binası bulunuyor. En ilginci de, şehrin içinde dolaşıyor olmamıza rağmen; şimdiye kadar Delhi’nin anlatılan o meşhur “kaos”una dair hiçbir şey görmemiş olmamız... Gözüme çarpan tek sorun kaotik trafik ve hiç durmayan korna sesleri...

ESKİ DELHİ’YE HAZIR OLMAK DİYE BİRŞEY YOK... YUMRUĞU YİYİP SERSEMLEMEK VAR
Eski Delhi Pazarı Chandni Chowk civarında bir yer

Ancak eski Delhi’ye doğru yaklaştıkça, şehir yavaş yavaş başka bir yüzünü göstermeye başlıyor. Yol kenarları, köprü altları ve refüjler insanı, insanlığından utandıran, akıl almaz manzaralarla dolu... Gördüklerim, insanın gözlerini acıtacak kadar korkunç bir fakirliğe işaret ediyor... Refüjlere asılmış örtüler, battaniyeler, giysiler, donlar geçiyoruz... Anlaşılan köprülerin altında yaşayan insanlar sabahki yağmurda ıslanan eşyalarını bu şekilde kurutuyorlar. Yol kenarlarında yağmur sonrası oluşmuş küçük göletler, bu göletlerin başında oturan küçücük çocuklar; çöpler; çöplerin içinde oturarak ısınmaya çalışan yarı çıplak insanlar; acımasız bir fakirlik manzarası insanın beynini yakıyor. Bir yandan da hayat son hızıyla devam ediyor Delhi’de... Dip dibe bir trafik, hiç durmayan korna sesleriyle insanı dumura uğratıyor.

Yaprağa sarılan çeşnili bir tütün, bunu çiğneyip, litrelerce tükürüyorlar (ayıptır söylemesi :)) 

Tüm bu manzaraları izlerken kalabalık artmaya ve iyice kaosa dönüşmeye başlıyor, böylece eski şehre geldiğimizi anlıyoruz. Bu öyle bir kalabalık ki; müthiş bir kaos; rikşalar*, moto-rikşalar*, insanlar, çocuklar, köpekler, sariler*, hamallar, arabalar, inekler, dumanlar içindeki yemek tezgahları, üzerinde ne yapıldığını asla anlayamayacağınız tuhaf yiyecek tezgahları, koku, yağmur göletleri ve en yorucusu da hiç ama hiç bitmeyen korna sesleri.. Bütün bunlar dip dibe, hiçbir şeyin arasında mesafe yok...

Eski Delhi'den bir manzara
Aniden arabamız duruyor, arabadan inip, bu kaosun içine konuyoruz adeta... Öyle pis ki ve bir o kadar da yabancı; ilk tepkim mi?; dünya üzerinde böyle bir yerin olduğuna inanamıyorum. Bu arada önümdeki adam yolun tam ortasından, hiç bitmeyen korna seslerinin ve trafiğin içinden sakin sakin yürüyor, bir süre onun sükunetini taklit etmeye çalışıyorum. Sağlı sollu birbirinden acayip şeyler yapan yemek tezgahları var, yaklaşınca yaptıkları tuhaf şeyleri insanın burnuna doğru uzatıveriyorlar, gülümseyerek ve almayacağını bilerek... Tezgahların etrafı kalabalık... Köşede bir adam sanatçı edasıyla, kaynamaktan katranlaşmış kızgın yağa jalebi* döküyor.

Jalebi yer misiniz?
Bir başka köşede bir adam bir yaprağa, ne olduğunu bilmediğim 10 -15 çeşit baharat koyup, dolma gibi sarıyor. Sonradan öğreniyoruz ki; bu bir ağız ferahlatıcısıymış...
Bu arada cılız, ıslak ve perişan bir köpek peşimize takılıyor, rikşalar üzerimize üzerimize sürüyor.

CUMA MESCİDİ VE CHANDNI CHOWK
Yavaş yavaş Delhi’ye ve bu bölgeye altın çağını yaşatan Mogul ya da Babür hanlığının önemli eserlerinden, Jama Masjid’e, yani Cuma Mescidine  doğru yaklaşıyoruz. Yüksek merdivenleri çıkmadan önce, aşağıda durup, bütün bu kaosun içinde bulunan; ama ondan ayrı, bir inci gibi duran camiye bakıyoruz. Merdivenleri çıkınca yağmurun ıslattığı taşlarda ayakkabılarımızı çıkarıyoruz, yerler ıslak, mermer soğuk, isteyen galoş giyebiliyor. Hindistan’da turistik olan dini yerlerin kapısında her zaman galoş satan birileri oluyor, ancak galoş ayakkabının üzerine değil, çıplak ya da çoraplı ayağa giyilebiliyor... Bir de kameranız varsa, ayrıca para ödemeniz gerekiyor.

Cuma Mescidi

Tac Mahal’i de yaptıran, efsanevi hükümdar ve “aşık” Şah Cihan’ın 1644’te yaptırdığı muhteşem Cuma Mescidinin dev avlusuna giriyoruz. Burası gerektiğinde 25.000 kişinin aynı anda namaz kılabildiği, dantel gibi bir açık hava camii olarak nitelendirilebilir. Bizdeki camilerin içinde bulunan seccadeler yerine; Cuma Mescidinin dev avlusunda beyaz mermer üzerine, siyah mermer ile işlenmiş seccade desenleri var.

İçeriden bir detay

Bu ziyaretin en ilginç kısmı ise çıkarken çıkış kapısına yüzünüzü döndüğünüzde sağ köşede oturan bir adama selam vermemizle başlıyor. Adam oturduğu yerden kalkıp bize kapıyı açıyor ve ismi Syed Zahoor, 14 nesildir ailesi tarafından korunan ve Timur tarafından Mekke’den çıkarıldığını söylediği kutsal emanetleri bir bir çıkarıp göstermeye başlıyor, bunlar arasında Hz. Ali tarafından yazılmış bir Kuran; oğlu Hz. Hüseyin tarafından yazılmış bir başka Kuran, Hz. Muhammed’in sakalından bir parça, çarığı ve kendisinin mucizelerinden biri olarak gösterilen mermere çıkan ayak izi var. Hepsini saygıyla izliyoruz, bazılarına dokunmamıza bile izin veriyor. Kendisine teşekkür edip, küçük bir bağış yaparak oradan çıkıyoruz. Kutsal emanetlerin burada halen aynı aile tarafından korunması hoş; herkesin görebileceği bir düzenleme yapmak yerine isteyene özel gösterim yapılması ise oldukça ilginç bir uygulama...

Cuma Mescidi

Böyle ayrıcalıklı bir özel gösterimi deneyimlemekten mutlu; ayaklarımız ıslanmış olduğundan biraz iğrenmiş olarak caminin merdivenlerinden yeniden Eski Delhi çarşısının kaosuna iniyoruz.  Köşede bekleyen iki rikşa gözümüze ilişiyor. Normal bir insanın, Eski Delhi Çarşısı, yani Chandni Chowk’ta yürüme kabiliyeti kısıtlı olduğundan, pazarın içine rikşalarla dalmaya karar veriyoruz. Zayıf mı zayıf rikşa sürücümüz tüm ağırlığını vererek hızlı ve maharetli bir şekilde kaosun içinde ilerliyor, gördüğümüz her yeni manzara, bir önceki dehşetli manzarayı unutturuyor. Gördüğüm şeyleri tarif edebilecek bir kelime bulabilir miyim, bilmiyorum. Hava yağmurlu ve serince olduğu için, sanıyorum kötü kokular bugün daha sakin, ama yine de tütsüler, egzoza; yemek kokuları, insan kokularına karışıyor. Pazarın içindeki daracık sokaklarda sürekli bir trafik karşılıklı olarak akıyor. Kendi hızında akan agresif bir trafik bu; bir sürü teğet geçiş, bağırış, çağırış, sonsuz bir korna gürültüsü, yanımdan sürekli olarak geçen çok ilginç insan portreleri, ilginç kıyafetler, yarı çıplak adamlar, fakirlik, dev çuvallar taşıyan hamallar, çöpler, üstten uzayan karmakarışık elektrik kabloları, rengarenk sari dükkanları, kenarlarda derme çatma el arabaları üzerinde sanki el arabası dünyanın en rahat yatağıymışçasına uyuyan onlarca adam bu trafiğin birer parçası... Doğrusu ne kadar istesem de, bu sokaklarda nasıl yürünür hiçbir fikrim yok...

Yoldan rikşayla geçerken çekilmiş bir foto

Rikşalarımıza veda edip, arabamıza atlıyoruz, hepimizin nutku tutulmuş olduğundan arabada sessiziz... Şoförümüzün aynadan surat ifadelerimize bakıp, hafifçe sırıttığı da gözümden kaçmıyor...

INDIA GATE
India Gate önünde samosacı çocuk
Birazcık nefes almak için şehrin önemli bir buluşma yeri olan India Gate, yani Hindistan kapısına gidiyoruz. Bu dev kapı, Hindistan’ın bugüne kadar katıldığı tüm savaşlarda ölen Hintli askerlerin anısına yapılmış. Üzerinde Hindistan’ın kayıp verdiği birçok cephenin isimleri yazıyor, cepheler arasında Gelibolu’nun da bulunması, sömürünün bir milleti ne kadar tuhaf yerlere sürükleyebileceğinin ayırdına varmama sebep oluyor. Anlamsızca o kadar yolu gelip, hiç bir husumetin olmayan bir ülkede, İngilizlerin savaşında savaşıp ölmek, gerçekten çok anlamsız ve yazık...

KUTUB MİNAR
Sabah kapalı ve yağmurlu olan hava, öğleden sonra Kutub Minaresi’ne geldiğimizde açmaya başlıyor. Burası hayatımda gördüğüm ilk arkeolojik İslam parkı olması sebebiyle bana oldukça ilginç geliyor... Altın öğleden sonra güneşiyle aydınlanan muhteşem yapılar, etrafta koşuşturup duran çizgili sincaplar, rengarenk sarili kadınlar ortama büyülü bir hava katıyor. 
Kutub Minaresinden bir detay
Kutub Minaresini içinde barındıran bölge, Delhi’deki ilk Müslüman yerleşimi olarak biliniyor. Delhi’nin ilk Müslüman hükümdarı Kudbeddin Aybeg tarafından bir külliye olarak yapılmış ve tarihi Osmanlı’dan 100 yıl kadar önceye, 1193’lere kadar uzanıyor. Bugün buraya adını veren Kutub Minaresi ise 73 metrelik yüksekliğiyle, zamanının en yüksek yapılarından bir tanesi olmuş; bugün ise hala Hindistan’ın ikinci en yüksek minaresi ve üzeri Kuran’dan ayetlerle kaplı...

Kutub Minaresi
13. yüzyıl öncesinde Kutub Minar’ın olduğu bölgenin yerinde önemli bir Hindu tapınağının bulunduğu ve Hindular için oldukça kutsal bir yer olduğu da kaynaklarda belirtiliyor. Müslümanlar bölgeye Orta Asya’dan geldiklerinde bu bölgeyi yıkıp, yağmalıyorlar. Ancak Kudbeddin Aybeg Külliyeyi kurarken buradaki tapınağa ait taşları kullanıyor, bu sebeple buradaki bir çok yapıda kullanılan taşlarda Hindu süslemeleri bugün de görülebiliyor. Bir rivayete göre de minarenin bir yuvarlak, bir üçgen şeklindeki oluklu yapısında; yuvarlaklar Müslümanların dua ederken ellerini açmasını; üçgenler ise Hinduların dua ederken ellerini kapatıp çenelerinin altında birleştirmesini temsil ediyor. Bütün bu sebeplerden dolayı her iki inanç için de kutsal sayılan bu bölge bugün sadece bir İslam eseri değil, Indo-İslam eseri olarak kabul ediliyor.

Kutub Minaresinden bir detay

Şu anda buradaki ışığa, havaya ve hayata baktığımda etkilenmemek elde değil. Yüz yıllar; hatta bin yıllardır, bu taşlar burada, hiçbiri sonsuz olmayan milyonlarca insanı ağırlamışlar ve belki binlerce dram, zafer, yenilgi, yıkım, aşk ve kim bilir daha nelere şahit olmuşlar. Birileri bu taşları ince ince oyup, küçük heykellerle süsleyip, kendilerine tapınak yapmış; bir diğeri gelmiş, onu yıkmış; aynı taşların arkasını çevirip, bu sefer ince ince ayetlerle süslemiş kendi mabedini yapmış; bugün ise burası bir müze ve ben buradayım... İnsanlar geçiyor, taşlar hep aynı, hayat akıyor...


Kutub Minaresinde fotoğraf çektiren kızlar

HÜMAYUN TÜRBESİ
Hümayun Türbesi

Babür İmparatorluğu’nun en büyük hükümdarı Akbar’ın babası, Hümayun için, sevgili eşi Banu Begüm tarafından yaptırılan bu türbe, Hindistan’daki ilk türbe olarak biliniyor. Hümayun ve eşi Begüm’ün yanı sıra; Hümayun’un diğer karıları ve hatta imparatorluk berberine kadar o dönemki saray mensuplarının hepsi burada yatıyorlar. Orta Asya ve özellikle de İran mimarisinden izler taşıyan bu zarif türbe, aynı dönemde bu bölgede yapılan birçok yapı gibi, kırmızı kum taşı kullanılarak yapılmış. Muhteşem bir bahçenin içinde yer alıyor. Gerçek hayatta olduğu gibi sevdiği karısı Begüm, Hümayun’un yanı başında; köle olan diğer karıları ise yine uzak bir köşede yan yana yatıyorlar.

KIZIL KALE YA DA LAL KİLA
Kızımın adının Lal olduğundan bahsetmiş miydim bilmiyorum ama Hindistan seyahatine çalışırken Lal’in Hindu dilinde kırmızı anlamına geldiğini öğrenmem, koyduğumuz ismi daha da çok sevmeme sebep olmuştu. Delhi’de tanıştığım insanlara, iyi bir tepki almayı bekleyerek, kızımın isminin Lal olduğunu söylüyorum, biraz kafalarının karıştığını fark ediyorum; sonradan anlıyorum ki Lal Hintçede erkek ismi olarak kullanılıyormuş; kızlara verildiğinde Lali halini alıyormuş...

Eski Delhi’nin bir tarafı meşhur Pazar Chandni Chowk ve Cuma Mescidi; diğer tarafı ise her yerden görünen muhteşem Kızıl Kale yani Lal Kila...
Kızıl kaleden bir detay
Arabayı aşağıdaki parka  bırakıp, köşeden tuttuğumuz iki rikşa ile ana kapıya geliyoruz. Dev kaleye girdikten sonra biri çarşı olmak üzere, iki avlu geçiyoruz ve kalenin iç avlusuna, sarayın olduğu kısmına ulaşıyoruz. Burası da Babür İmparator’luğunun, kendi mimarisinin doruk noktasına ulaşmasını sağlayan, “büyük aşık” ve sanatsever hükümdar, Şah Cihan tarafından yaptırılmış.
Kızıl kalenin içindeki mescid
Hem bir kale, hem de saray olarak düşünülebilir. Zaten Hindistan’ın bu bölgesindeki tüm kaleler bu şekilde, yani kale saraylar olarak planlanmış... İçinde devlet binalarının ve meclisin yanı sıra, harem, hamam, mescitler vb gibi yaşamsal alanlar mevcut... Bütün Babür eserleri gibi, burası da zarif ve kişilikli... Dantel gibi kapılar ve pencerelerle; incecik sütunlarla ve yarı değerli taşlardan yapılmış mozaiklerle süslü...
Kızıl kalede bir ziyaretçi
Öğrendiklerim içinde en üzüldüğüm ise İngilizlerin sömürge döneminde bu muhteşem kaleyi kışla olarak kullanmış olduğu oluyor. Kalenin, şu anda gözüme batan, biraz harap halini alması o dönemde başlamış olmalı diye düşünüyorum...  Şah Cihan’ın biricik aşkı Mümtaz için yaptırdığı ev ise bugün müze olarak kullanılıyor. Müzede o muhteşem zenginlikten geriye kalan bir avuç eser ve özel eşyalar sergileniyor, yani İngilizlerin götürmeye değer bulmadığı şeyler... Burada gördüklerim arasında beni en heyecanlandıran ise Mesnevi’nin ve Şahname’nin birer kopyası oluyor...

DELHİ VE SUFİ DERGAHLARI
14 ve 15. Yüzyıllarda, Babür Hanlığı zamanında altın dönemini yaşayan Delhi, 12. Yüzyıldan beri Müslüman varlığının yoğun olduğu bir şehir... Babür Hanlığının kökleri Orta Asya ve İran’dan geldiği için, Delhi aynı zamanda Sufi felsefesine de ev sahipliği yapıyor. Geçmişte yaşamış bir çok önemli Sufi dervişlerinin türbe ve dergahları şehrin çeşitli noktalarında görülebiliyor. Bir araştırmaya göre Delhi toplam 22 tane Sufi dergahına ev sahipliği yapıyor. Bunların birçoğunda Cuma akşamları, gün batımında Sufi müziği yapılıyor.
Dergah'ın içinden

İçlerinde en meşhuru, eski Delhi’deki Hazrat Nizamuddin Dergah... Biz de dönüşte Delhi’deki son günümüzde akşam üzeri gitmek istiyoruz bu dergaha ancak derdimizi taksicimize bir türlü anlatamadığımızdan kendimizi başka bir Sufi dergahında buluyoruz, buranın adı da Hazrat İnayat Khan Dergah... Hazrat Nizamuddin Dergah’ın turistik popülaritesi ile karşılaştırdığımızda, burasının turistik bir değeri yok gibi. Ancak Hindistan’da bulunabilecek en temiz, en bakımlı ve en sakin dergah burası olmalı, diye düşünüyorum... Gün batımı saatleri içeride biz ve türbeyi boyamakta olan bir adam haricinde kimsecikler yok... Oturup kafa dinlemek için muhteşem bir ortam... Türbenin duvarlarında Sufi felsefesine dair hem açıklayıcı, hem de son derece şiirsel bilgiler İngilizce olarak yazıyor. Sadece bir köşeye oturup, o duvarda yazanları okumak bile, dünyada iyiliğin, saflığın, bilgeliğin ve kabullenmenin; en az kötülük kadar var olduğunu ve her zaman bir umut olduğunu hatırlamamı sağlıyor.
Hazrat İnayat Khan Dergahı'nın duvarında yazanlardan küçük bir bölüm

Delhi’deki Sufi Dergahları için;

KİMDİR BU BABÜR İMPARATORLUĞU?
Delhi’deki bir çok önemli eser ve Agra’daki Tac Mahal dahil, bu bölgedeki bir çok yapı ve hatta belki buradaki Sufi varlığı bile tüm insanlığa Babür İmparatorluğundan miras kalmış. Gezerken hakkında çok az şey bildiğimi fark ettiğim bu imparatorluk, köklerinin Orta Asya’ya dayanması sebebiyle Osmanlıyla da bağlantılı sayılıyor.
Kaynaklarda, Babür İmparatorluğu’nun, Türk-İran karışımı bir kültüre sahip olduğu anlatılıyor. Kurucusu Babür Han, Cengiz Han ve Timur’la akraba, bu sebeple Babür, Batılılar ve Hintliler tarafından Mogul İmparatorluğu olarak biliniyor. Babür Hanlığı aynı zamanda; bir çok ünlü devlet adamları ve önemli hanım sultanlar da dahil, zaman içinde İran’dan çok fazla göç ve etki almış.

Müslümanlığın oldukça liberal bir şekilde uygulandığı Babür topraklarında Hindular genellikle huzur içinde yaşamışlar. Bu huzur, bölgedeki önemli Raca aileleriyle evlilik bağı da kurularak pekiştirilmiş. En önemli hükümdarları Akbar - ki kendisinden bahsederken bugün bile Hindular “büyük Akbar” diyerek, saygıyla bahsediyorlar- zamanında Babür toprakları en geniş halini almış. Adil bir hükümdar olarak öne çıkan, Akbar Şahın bir diğer önemli hayali, farklı inançları bir araya getirebilecek yeni bir din ve felsefe geliştirerek, halkının sadece politik değil aynı zamanda ruhani lideri olmakmış. Malum, bugün de birbirinden çok farklı bir çok inancı barındıran bu bölge, bundan 400-500 yıl önce de aynı mozaiği korumaktaymış. Bu sebeple Akbar, farklı din ve inançlardan, ileri gelen temsilcileri sıklıkla, meclisinde toplar, tartıştırır ve her inancın içindeki en iyi tarafları derinlemesine öğrenmeye çalışırmış. Buradan yola çıkarak İlahi Din ya da Allah’ın Dini isimli bir inanç sistemi geliştirmiş ve iktidarının sonlarına doğru bu inancı yaymaya çalışmış. Bu inanış çok fazla takipçi bulmadıysa da; bir çok dinin temsilcilerini bir araya getirip, felsefi tartışmalar yapan ve yaptıran Büyük Akbar, günümüzde açık görüşlü bir lider olarak saygıyla anılıyor... 

*Rikşa: Uzak Doğu'daki tuktuk gibi, arkasında iki kişinin yan yana oturabildiği bir bisiklet ve Hindistan'da yaygın bir ulaşım aracı...
*Moto-rikşa: Motorlu rikşa
*Jalebi: Geleneksel bir Hint tatlısı, derin yağda kızartılarak yapılıyor, tadı tulumba tatlısına benziyor.
*Sari: Hintli kadınların giydiği geleneksel renkli giysi; beş-altı metre kumaşın vücuda özel bir yöntemle sarılması suretiyle giyiliyor; ayrıca bir pantolon ve kısa bir bluzu var.


*Delhi’yle ilgili otel, restoran ve alışverişe dair ipuçları için bundan sonraki yazılarımı takip edin... Sevgiyle kalın...

30 Mart 2015 Pazartesi

13 MADDEDE NEDEN HİNDİSTAN’A GİTMELİYİM?


 
Amber Kalesinde filler

Lonely Planet, Hindistan’ı “insanın 5 duyusuna bir saldırı” diye tanımlamış. Bu tanımlamayı Hindistan seyahatim boyunca her gün gülümseyerek hatırladım...
Bir sokak berberi ve ?

Nasıl mı saldırıyor?;
Görme: Renkler, daha önce hiç görmediğiniz renkler... Ve akıl sınırlarını zorlayan tuhaf manzaralar...
İşitme: Korna, bağrışma ve çok hızlı ritimli müzik...
Tatma: Baharat, baharat, baharat... Bazen çok acı, bazen çok aromatik...
Koklama: Çöp, yanık, tütsü, kızartma, egzoz, baharat, gül, sidik, yasemin, lağım... Bu kokuların hepsinin aynı anda burnunuza dolduğunu düşünün... (ama merak etmeyin bu sürekli değil, genelde şehir merkezleri ve Pazar yerlerinde böyle)
Dokunma: Hiç bir şeyin arasında mesafe yok... Daha doğrusu, kültürde mesafe kavramı yok...
 
Varanasi'de renkler
Yukarıda saydığım şeylerin bazıları çekici olsa da, çoğunluğu sınırları zorlayıcı deneyimler... Peki o zaman niye Hindistan’a gitmelisiniz? İşte tam da sınırlarınızı zorlamak, konfor alanınızdan çıkmak ve sizi şoka uğratacak bir şeyler görerek, zihin açmak için...
Holi öncesi müzik ve dans her yerde...

Bununla da kalmıyor Hindistan, lüks arayışından, alternatif tıbba; oradan gurme keşiflere kadar her türlü ihtiyacı fazlasıyla doyuracak dev bir ülke...
Daha da açık anlatmak gerekirse, ben kendi görebildiğim nedenleri, 13 madde halinde aşağıda toparladım, eminim dahası da vardır... Bir okuyun bakalım, size bir şeyler ifade edecek mi?
Amber Kalesinde bir yılan oynatıcısı

1- Kadim Bilgi: Dünya’nın geri kalanında sürekli göçler, din değişiklikleri, savaşlar, işgaller yaşandığından kadim bilgiler sistematik şekilde yok edilmiş. Her yeni devlet kurulduğunda, tarih yeniden yazılmış. Batı dünyası ve biz, dünya tarihinin son 5000 yıldan ibaret olduğu yanılgısı içinde yaşıyoruz. Daha da kötüsü; bize öğretilenler dışında, tarihe ya da yaşama dair, atalarımızdan gelen hiç bir şey bilmiyoruz. Taş çatlasa 5 nesil geri gidebiliyoruz...
Buna karşın Hindular burada binlerce yıldır oldukları yerde, oldukları gibi yaşamışlar ve atalarından aldıkları kadim bilgiler halen toplum tarafından yaşamın içinde kullanılıyor... Mesela kendi aile rahiplerine gittiklerinde ortalamada 25 nesil geri giderek dedelerini takip edebiliyorlar... Bu durum onların yaşamın özüne dair bilgilerinin, bizlerin bildiğinden çok daha fazla olmasını sağlıyor... Ve bunu gözlemlemek çok ilginç...
Özellikle 2012 sonrası dünyada başlayan spiritüel uyanışa dair bir çok cevap bu bölgede bulunabilir diye düşünüyorum...

2- Kabullenme: Hindular bin yıllardır her geleni kabul etmişler... İçlerine almışlar, kendilerinden saymışlar... Birbirlerinden o kadar farklılar ki; aralarında İngilizce ile anlaşabiliyorlar. Sadece bunu anlamaya çalışmak bile, sürekli birbirini asimile etmeye çalışan bizler için oldukça zorlayıcı...

3- Astroloji: Günlük fal haline getirip, bir kenara fırlattığımız astroloji, Hintlilerin günlük yaşamının önemli bir parçası... Buradaki en fakir insanın bile bir aile astroloğu var ve bütün hayatlarını yıldızlara göre tasarlıyorlar...
Burada bir astroloğa gittiğinizde neler kaçırdığınızı görüyorsunuz ve yine pek de bir şey bilmediğinizi anlıyorsunuz. Muhteşem bir deneyim...
 
Ülkenin bir çok yerinde müthiş astronomi gözlem evleri var... Jaipur Jantar Mantar'dan bir detay...
4- Renkler: Hindistan’a gitmediyseniz, varlığından haberdar olmadığınız bazı renkler ve renk tonları olduğunu size söylemek isterim... Bu renkler en çok sari kumaşlarında ve Holi* festivali sırasında karşınıza çıkıyor...
 
Holi festivalinde boyalar...
5- Kendi sınırlarınızı zorlamak/ konfor alanından çıkmak: Her insanın pisliğe ve kaosa adapte olma ihtimali var. Hintliler farklı inançlarından bağımsız olarak doğa, ölüm ve kaosla çok barışık... Hindistan’ın kaotik bir bölgesinde bir saat yürüdüğünüzde, hepsiyle siz de barışıyorsunuz... Sırf bunu deneyimlemek için bile gidilebilir...
 
Okula giden kızlar

Yol ortasında inekler

6- Hikayeler: Hintliler inanılmaz hikaye anlatıcıları... Hikayeler ve mitlerle inançlarını, yaşam felsefelerini ve tarihlerini birkaç dakikada esprili şekilde anlatabiliyorlar. Bu hikayeleri dinlemek, insanın yaşamında yepyeni pencereler açıyor...

7- Spiritüel cevaplar: Herhangi bir “spiritüel arayış” içindeyseniz, ya da sadece bir “arayış” içindeyseniz... Tüm cevaplar olmasa bile; aradığınız cevapların büyük bir kısmını Hindistan’da bulabilirsiniz.
Hindistan’dan aynı kişi olarak dönmeyeceğinizi size garanti ederim...
 
Ganj kenarında her akşam yapılan Aarti ayini...
8- El sanatları ve alışveriş**: Hindistan’ın her köşesi el sanatlarıyla dolu... Hem de henüz makineleşmemiş, gerçek el sanatlarıyla. Bir alışveriş severin aklını kaçırabileceği bir ülke... İyi parçalar için para harcamaya hazır olun, ama yine de bir çok şey Türkiye’dekinden ucuz... Hindistan aynı zamanda pazarlık sevenlerin çok eğlenebileceği bir yer... İyi bir pazarlıkçı söylenilen fiyatın %60’ına kadar inebiliyor... Bırakın size çay ısmarlasınlar, keyifle yapın pazarlığınızı...
 
Böyle bir mermer masaya ne dersiniz?
9- Fotoğrafçının cenneti: Bir yerde inanılmaz bir şeye bakarken arkanızda çok daha tuhaf bir şey oluyor olabilir...
Her şey aynı anda oluyor... Bu sebeple bir süre sonra fotoğraf makinanızla savaşmayı bırakıp, etrafı izlemeye geçiyorsunuz...
Ganj kenarı sabah duası

10- Ayurveda: Ayur-veda aslında “hayat bilgisi” anlamına geliyor. Kökeninin tamamen spritüel bilgiye dayandığı söyleniyor. “Ayurveda”nın amacı, dengeli bir yaşam kurarak, hastalığı önleme ve tedavi etme olarak özetlenebilir. Yani bugün modern tıbbın yaptığı gibi hastalığın üzerine gitmek ve semptomu ortadan kaldırmak yerine; sağlık için tüm hayatın dengede tutulması; ayrıca hastalığın kişinin hayatındaki genel dengesizliklerden kaynaklandığına inanıldığı için, bu dengesizliklerin düzeltilmesi amacıyla bitkisel formüller, yaşam stilinin değiştirilmesi ve diyet gibi yöntemlerle bedene hastalığı yok edecek şekilde denge kazandırmayı amaçlar. Alternatif tıp veya sağlıklı yaşama bir ilginiz varsa, Özellikle Kerala bölgesinde turistlerin rağbet ettiği bir çok ayurvedik merkez bulunuyor.

11- Saraylar, kaleler ve lüks***: Lüksün ve göz okşayan bir mimarinin peşindeyseniz, özellikle Rajastan bölgesinde yoğunlaşan kale oteller ve neredeyse her şehirde bulunan, Taj, Oberoi ve Leela Palace otelleri aklınızı başınızdan alabilir...
 
Jaipur'daki Rambagh Palace'ın restoranından bir görünüm
12- Yeni tatlar***: Kendi dillerinde, kendi ülkelerine “Bharat” diyorlar,... Mutfak çok baharatlı, masaj yağı baharatlı, tatlılar baharatlı, hatta çay bile baharatlı... Yemekler gözleriniz yaşartacak... Ancak daha önce dilinizin hiç tatmadığı tatların peşindeyseniz, Hindistan doğru bir adres... Yemekleri iyi yerlerde yemek kaydıyla... 

Thali


13- Şarap***: İnanmayacaksınız ama şarapları çok güzel... Evet Hintliler yapmış, Nashik vadisinde harika şiraz ve cabarnet üzümleri yetiştirip, oldukça iyi şaraplar yapmışlar... Mesela Hint şaraplarının, Korsika şaraplarından iyi olduğunu söyleyebilirim. Daha da güzel olan, hiç kötüsüne rastlamadım...


İlerleyen günlerde, ayrı ayrı yazılarda;
*Holi Festivali;
**Alışveriş rehberi; ve
***Hint mutfağı, şarap ve otellerle ilgili ip uçlarını;

paylaşıyor olacağım...