14 Nisan 2014 Pazartesi

ROMA TATİLİ

ROMA'YA GİRİŞ 101




Roma tren garının karmaşasından zorlukla sıyrılıp, bulduğumuz bir kapıdan kendimizi dışarı atıveriyoruz. Kapının önünde sıralanmış taksilere yaklaşıp, Vatikan'a gitmek istediğimizi söylüyoruz, ilk taksici ters bir surat ifadesiyle 40 Euro diyor. Taksimetre yok mu dediğimizde; "bu özel bir araba" diyerek yapıştırıyor cevabı. Onu geçip bir arkasındakine soruyoruz, benzer bir diyalog sonrası, sebebini sorduğumuzda o da "orası başka bir ülke olduğu için, özel fiyatlandırması var" gibi saçma bir açıklama yapıyor. 


Alternatif ulaşım yolları bulmak için garın içine geri giriyoruz, o sırada solumuzda garın ana kapısını ve kapının önünde taksilere uzanan uzun bir kuyruk olduğunu keşfediyoruz, yani ana taksi durağı burada… Sıraya girip taksimetresi olan düzgün bir taksiye binip, sadece 10 Euroya ulaşıyoruz B&B'mize… Her yol Roma'ya çıkar çıkmasına ama Roma'ya nasıl çıktığınız da önemli…


Ama macera daha bitmedi. Vatikan müzesinin ana kapısının tam karşısında bir apartmanın 3. katında bulunan iddiasız B&B'mizin zilini çaldığımızda, hiçbir cevap alamıyoruz, bunun üzerine telefon ediyoruz, telefonun içeride çaldığını duyuyoruz ama açan yok. Bir elimizde bavullar, diğer elimizde telefon dört dönüyoruz, bir yandan da tabiiki tartışmaya başlıyoruz, malum bu tür durumlarda rezervasyonu yapan erkek tarafıysa, kadını tarafından vahşice saldırıya uğrar, öyle de oluyor. Benim bitmek bilmez dırdırım eşliğinde umutsuzca köşedeki kazıkçı kafeye oturuyoruz, bir süre sonra birisine ulaşmayı başarıyoruz ve kendisi birazdan Darwin isminde birisinin gelip bizi kafeden alacağını söylüyor, 10 dakika sonra şaşkın bir filipinli olan Darwin kafenin kapısında görünüyor, elini uzatıyor, İtalyan olup olmadığımızı soruyor, biz "hayır değiliz" deyince; sormaya devam ediyor, "filipinli misiniz?" bu sorunun yarattığı komik durum, dırdır havasını dağıtıveriyor.


Artık bavullardan kurtulup, kendimizi sokaklara vurma vakti geldi, istikamet Centro Storico yani nam-ı diğer tarihi merkez…


SAN ANGELLO KÖPRÜSÜ ÜZERİNDEN ROMA
Vatikan'dan Tiber nehri kıyısına yapılan minik bir yürüyüş sonrasında karşıya San Angello kalesinin hizzasındaki 2000 yıllık Ponte Sant'Angello'dan geçmeye karar veriyoruz. Köprü 2000 yıl önce imparator Hadrian tarafından yaptırılmış ancak üzerindeki melekler, veba salgınını bitiren melek onuruna 400 yıl önce konulmuş. Köprüye düşen sapsarı akşam üzeri güneşi büyülü bir hava yaratıyor… Köprünün tam ortalarına geldiğimizde duruyoruz çeşit çeşit insan manzaraları var köprünün üzerinde; aşıklar, kavga eden bir çift, taklit çanta satan iki siyahi adam, çeşitli işportacılar, gürültülü amerikalılar ve Pink Floyd çalmakta olan orta yaşlı ve çok havalı iki amca…

San Angello köprüsü üzerinde Pink Floyd çalan amcalar...
Gün batımında San Angello köprüsünün üzerinden Roma'yı seyrediyorum ve kulağımda "Shine on you" nağmeleri… Bu büyülü anı iyice sindirebilmek için olduğum yere oturuyorum, burada olduğum için, tüm bunları görebildiğim için ve en önemlisi keyif alabildiğim için şükrediyorum.

PANTHEON

Pantheon

Roma gerçekten de büyülü ışığı, her köşe başında rastlanılan tarihi kalıntılarıyla bir tiyatro sahnesini andırıyor. Centro Storico oklarını takip ederek, Piazza Navona'dan Pantheon'a doğru geliyoruz. Nefis bir ilkbahar akşamının cıvıl cıvıl insan kalabalığı var havada… Pantheon'un iki bin yıllık sütünlarına yaslanıp, iki bin yılda başka kimler bu sütunlara yaslanıp neler düşünmüştür? diye düşünmekten kendimi alamıyorum… Akşam olduğu için içeri giremiyoruz ama daha sonra girdiğimizde görüyoruz ki çok sade bir ferahlık duygusu veriyor içerisi insana, kubbe öyle yüksek ki insan kendini küçücük hissediyor… Bugün hala dünyanın en büyük desteksiz kubbesine sahip olan Pantheon'un tam tepesinde 8 metre genişliğinde bir açıklık bulunuyor, burası Pantheon'un içine ışık girebilen tek yeri, günün saatlerini de buradan içeriye süzülen ışığın sürekli değişen düşüş açısından tahmin etmek mümkün … Bir diğer inanışa göre bu açıklık içeride bulunan kötü ruhların dışarıya çıkması için yapılmış…


Sonra bir akşam üstü içkisi için Pantheon'un karşısındaki barlardan birinde Pantheon'a bakan masalardan birine oturuyoruz. Bu kadar eski ve korunmuş bir şehirde olmak insana kendini doğa ve zaman karşısında aciz hissettiriyor. Düşünsenize Pantheon 2000 senedir orada, pagan inancın önemli bir simgesi, ne bunu yapanlar şu anda buradaki atmosferi tahmin edebilirlerdi; ne de biz öncesini ya da sonrasını bilebiliriz. Önemli olan bugün burada olmamız yalnızca…
Anın tadını çıkarmaya  zil çalan karnımıza kulak vererek devam ediyoruz ve Pantheon civarında tavsiye edilen iki trattoriadan biri olan Da Fortunato'ya gidiyoruz. (Tavsiye edilen diğer restaurant "Armando al Pantheon" ancak burada yer yok) Çok ama çok güzel bir şişe Montepulciano eşliğinde birer tabak "pasta" ısmarlıyoruz. Bu basit, lezzetli ve romantik menü bize yolculuğun ve Roma'nın bize hazırladığı karşılamanın yorgunluğunu unutturuyor.


ÜÇ YOLUN KESİŞTİĞİ YERDE AŞK ÇEŞMESİ

Aşk çeşmesi

Yemek sonrası birer dondurma eşliğinde eski şehri minik sokaklarda kaybolarak keşfetmeye devam ediyoruz ve minicik ara sokaklardan ilerlerken karşımızda "Fontana di Trevi" nam-ı diğer "aşk çeşmesi" olanca görkemiyle beliriveriyor. Bu kadar görkemli bir yapının bu kadar minik bir meydana konuşlanmış olması etkiyi iki katına çıkartıyor. Tre Vie italyancada üç yol demek, çeşme üç yolun birleştiği noktada olduğundan bu ismi almış. Her detayı ayrı güzellikte bir dantel gibi işlenmiş olan çeşme Roma'nın simge yapılarından bir tanesi. Bir efsaneye göre eğer aşk çeşmesine sağ elinizle, sol omuzunuzun üzerinden para atarsanız Roma'ya yine gelmeyi garantilemiş oluyorsunuz. Çeşme aynı zamanda Roma'nın önemli bir hayratı diyebiliriz, zira her hafta binlerce euro buradan çıkartılarak, yardıma muhtaç insanlara yardım ulaştırmakta kullanılıyor. 


MICHELANGELLO İNSANSA BEN NEYİM?
Sabah otelimizin karşısındaki Vatikan müzesine önceden internetten yaptığım randevu sayesinde elimizi kolumuzu salayarak giriyoruz, insanların kilometrelerce kuyruk olduğu müzeye bu şekilde girebilmek gerçekten bir ayrıcalık… Vatikan müzesi hem tarihi hem de sanatsal zenginlikler açısından yolun sonu denilebilecek bir yer… Öyle ki girdiğimiz her oda zaten başlıbaşına bir sanat eseri, ayrıca binlerce tablo, heykel ve freskler insanın aklını başından alıyor gerçekten… Duvarlarında büyük haritaların resimlenmiş olduğu odalar çok güzel, buralarda gittiğimiz yerlerin haritalarına bakmak inanılmaz bir keyif veriyor ikimize de… 

Vatikan Müzesinin girişinden bir detay

En sonunda meşhur Sistine şapeline geliyoruz, Papa IV. Sixtus tarafından 1475 yılında yaptırılan şapel, eskiden Kudüs'te bulunan Süleyman'ın tapınağı ile aynı ölçülere sahip… Bugün ise şapelin içi mahşer yeri gibi, binlerce kişi var. Güvenlik görevlileri 3 dakikada bir "şşşşşt" diyerek, heyecana kapılan kalabalığı uyarıyorlar, bu "şşşt" sesi bile ortama ayrı bir ahenk katıyor. Freskler öyle inanılmaz görünüyor ki insanda saatlerce bakıp, ezberleme isteği yaratıyor.  Yılda 4,5 milyon insan tarafından ziyaret edilen şapelin yapımında Boticelli gibi zamanın en önemli sanatçıları görev almış, ancak tavan fresklerini boyama görevi Michelangello'ya verilmiştir. Şapelinin tavanı üç farklı dizinden oluşmaktadır; biricisi kemer altları ve üçgenlerden oluşur, içlerinde İsa'nın ataları yer almaktadır. İkinci dizinde yedi peygamber ve beş kadın kahin resmedilmiştir. Orta koridorunda incilde anlatılan yaradılışın dokuz öyküsü bulunur. Michelangello'nun boyadığı bu muazzam tavan fresklerinin içinde en bilinen sahne 4. sırada, tavanın tam ortasında yer alan "Adem'in yaratılışı" sahnesi; hani şu meşhur birbirine değmek üzere gibi duran iki el'dir. Ama aslında bu mükemmel resim sadece ellerden ibaret değildir; bu sahnede Adem toprağa çıplak olarak uzanmış şekilde görülmektedir, Tanrı ise gökten Adem'e hayat vermek üzere elini uzatmıştır,  beyaz uzun saçları ve sakallarının gizlediği yüzünün ifadesi son derece güçlü görünmektedir. Michelangello tavanı tamamladıktan yıllar sonra Vatikan kendisinden giriş kapısının bulunduğu duvara "Son Yargı"yı resimlemesini ister, 1534'te Roma'ya gelen büyük usta 1541'e kadar sürecek büyük bir uğraş vererek bu muhteşem eseri tamamlar, tarzı ve renkleri tavan fresklerinden oldukça farklı görünen "son yargı", çıplak sahneleriyle Vatikan'ın şimşeklerini üstüne çekmiş ve daha sonra çıplak vücutlar incir yapraklarıyla hafifçe kamufle edilmiş. Ancak ben bugün herhangi bir incir yaprağı falan göremedim. Neredeyse üç boyutlu gibi görünen fresklerin benim gibi bir insanın eliyle yapılmış olması inanılmaz. Aklıma şu soru şiddetli bir şekilde takılıyor; "Michelangello insansa ben neyim?".


CAMPO DI FIORI: 2000 YILLIK KALINTILARIN ÜZERİNDE OTURUP SPAGETTİ Mİ YEDİM BEN?
Vatikan Müzesinden çıktığımızda büyülenmiş ve açtık. Öğle yemeği için harika bir zamanlama olduğunu düşünerek Campo di Fiori'ye geldik, burası meydanda kurulan pazarın yanı sıra çevresindeki birçok güzel restaurant ve cafe ile de ünlü. Önceleri at pazarı ve idamların gerçekleştirildiği meydanken; Papa IV. Sixtus tarafından bugünkü haline getirilmiş. Bir sürü değişik restaurant alternatifinin önünden geçiyoruz, sonunda pazarın bir köşesinden içeri girdiğimizde bizi enfes bir mini meydan karşılıyor, meydanın adı Piazza del Biscione. Bu minik meydana hakim tek restaurant olan Ristorante Da Pancrazio sanki köşeden bize göz kırpıyor, hiç düşünmeden bu tipik Roma manzarasındaki yerimizi alıyoruz, hava hafif yağmurlu olduğu için dışarı açılan pencerelerin içindeki minik masalara oturuyoruz. Birer kadeh şarap, ben tipik bir Roma yemeği olan Spagetti Cacio e Pepe; Okan da Carbonara söylüyor; ortaya da taze kuşkonmaz… Bu harika menüyü mümkün olan en yavaş şekilde, bu harika öğleden sonranın tadını maksimum çıkararak yiyoruz. Finali birer espresso ile yapıyoruz. Yemek boyunca bir çok insanın gruplar halinde aşağı inmesi dikkatimizi çekiyor, nedenini sorduğumuzda, aşağıda Sezar zamanından kalma Teatro Pompey'in kalıntıları olduğunu öğreniyoruz. Restaurantın broşüründe yazılana göre bu kalıntıların hikayesi şöyle; General Pompeius Yunanistan'da mermer bir tiyatro görür ve döndüğünde Roma'da da buna benzer bir tiyatro yaptırır. Kapasitesi Vatikan kayıtlarına göre 27.580 kişi olan tiyatro, Romalılar tarafından güzelliği nedeniyle çok tercih edilen bir yer olmuştur. Pompeius tiyatronun ön kısımında ise büyük bir meclis yaptırır, böylece senatörler aralarda ya da performanslar sırasında burada devlet meselelerini tartışabilirler. Yine broşüre göre M.Ö. 44'te Brütüs'ün Sezar'ı öldürdüğü meclis de burasıymış, bu bilginin doğru olup olmadığını tam bilemesem de, 2000 yıllık kalıntıların üzerinde iki saattir herşeyden habersiz spagetti yemekte olduğumuzun farkına varmak; işte Roma'yı Roma yapan bu…


TRASTEVERE

Trastevere'de bir restaurant
Bu eşsiz öğle yemeğinden sonra bir tramvaya atlayıp Roma'nın yeni hip mahallesi Trastevere'ye gidiyoruz. Antik zamanlarda bağlar, çiftlikler ve villalarla dolu olan Trastevere, yakın zamana kadar işçi sınıfının yaşadığı tipik bir Roma mahallesiyken, son yıllarda emlak fiyatlarının artması ve evlerin hızla el değiştirmesi sebebiyle çehre değiştirmeye ve hip bir mahalle olmaya başlamış. Trastevere'nin yeni sakinleri sanatçılar ve ekspatlar ve bunun paralelinde gelişmiş çok canlı bir sosyal hayat dikkat çekiyor. Arnavut kaldırımlı sokaklara yayılan cafeler, tratorialar, pizzerialar, barlar ve bitmeyen flörtöz bir neşe var Trastevere'de… Vakti uydurabilirseniz burada görülebilecek yerler arasında en önemlilerinden biri içinde Rafael'in fresklerini barındıran Villa Farnesina; bizim gibi zamanlamayı tutturamadıysanız, meydandaki Santa Maria di Trastevere kilisesi ve içindeki 12. ve 13. yüzyıllara ait freskler görülmeye değer. Sonra kendinizi ister istemez güzelim kafelerden birine atacaksınız nasılsa, Trastevere gecesi havadaki neşeli uğultusuyla bizi çağırıyor.

İSPANYOL MERDİVENLERİ NEREYE ÇIKIYOR?



İspanyol Merdivenlerini çıkınca karşılaşacağınız manzara...
Sabah kahvaltımızı otelimiz yakınlarındaki meşhur Feliziani'nin eşsiz çörekleri ve nefis kokulu espressosuyla yaptıktan sonra metro ile İspanyol merdivenlerine gidiyoruz. Klasik İspanyol merdiveni pozlarımızı çektikten sonra turist kalabalığını yararak yukarı doğru çıkıyoruz, açıkçası ben bu merdivenlerin yukarısında ne olduğunu hep merak etmişimdir, herkes önünde resim çektirir ama yukarısında ne olduğu hiç konuşulmaz. Yukarıda ne mi var? Nefis bir Roma manzarasını takiben; harika, yemyeşil, kocaman bir park karşılıyor bizi… Bu harika Pazar gününde banklarda oturup, huzur içerisinde kitap okuyan, müzik dinleyen insanları izliyoruz. 


Park Borghese
Parkı boydan boya yürüdüğümüzde diğer ucunda paha biçilmez mitolojik heykellere ev sahipliği yapan Villa Borghese bizi karşılıyor. Villa Borghese için de internetten bilet alınabiliyor, ama ben gidip gidemeyeceğimizden emin olamadığım için önceden bilet almamıştım. Büyük bir heyecanla sıraya giriyoruz ve alışılmadık bir şekilde sıra hızla ilerliyor, sıra bize geldiğinde görevli hızlı bir el hareketiyle bizi durdurup, "bugünlük bu kadar" diyor. Bugün Villa Borghese'yi gezecek olan son şanslı grup önümüzden akıp gitmiş oluyor böylece. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, ikna edemiyoruz ve "bir dahaki sefere" diyerek, Villa Borghese'ye veda ediyoruz.

YAHUDİ MAHALLESİ VE RISTORANTE PIPERNO
Roma'nın Centro Storico'dan uzak bir diğer populer mahallesi meşhur yahudi mahallesi… Burası da Paris'teki Marais gibi yahudiliğini halen korumakta ancak son zamanlarda gelişen sosyal hayatla birlikte hızla hip bir hal alacakmış gibi duruyor, zira oturmak istediğimiz hiçbir kafe ya da barda yer bulamıyoruz. Bu cafe ve barları dolduran kalabalığa baktığımızda son derece genç, tarz sahibi kimseler ve sanatçıların yoğunlukta olduğunu görüyoruz. Bu cafe ve barları dolduran kalabalığın yanısıra mahallenin esas sakinlerini de geleneksel kıyafetleriyle mahalle kasabında, bakkalında ya da banklarda otururken görüyorsunuz ki bu da bu bölgenin halen mahalle özelliklerini koruduğunu gösteriyor. Buranın tarihine bir göz atacak olursak Papa 1555'te Roma'daki tüm yahudilerin küçük ve duvarlarla kapatılmış bir bölgeye taşınmasına karar veriyor, buna da "ghetto" adı veriliyor. Her akşam belli bir saatte ghettonun kapıları kilitleniyor ve burada yaşayan halkın buradan çıkması bu saatten sonra söz konusu değil. Eğer gündüz ghetto dışına çıkacaklarsa sarı renkte bir bant takmak zorundalar. Bu uygulamalar yahudilerin eşit vatandaşlık haklarını elde ettikleri güne kadar, 300 yıl boyunca devam ediyor. Bu 300 yıl boyunca yahudiler inançları yüzünden türlü işkencelere uğruyorlar; katolik ayinlerine katılmaya zorlanıyorlar, ayinlerde kulak tıkacı kullanarak direndikleri söyleniyor; bazen de ghettodan çocuklar kaçırılarak hristiyan yapılıyor, ghettoda yaşayan 3000 kişi için sadece bir çeşme bulunuyor, üniversiteye gitmeleri ve prestijli mesleklerin eğitimini almaları yasak ve bunun gibi türlü baskılar altında kalıyorlar. 


Diğer bir felaket ise 16 Ekim 1943'te yaşanıyor, korkunç bir nazi baskınına şahit olan mahalleden 1000 kişi Auschwitz'teki çalışma kampına götürülüyor, kayıtlara göre savaş bittiğinde geri dönebilen sadece 16 kişi oluyor. Bu baskının konu olduğu çok sevdiğim Ferzan Özpetek filmi "Karşı Pencere" geliyor aklıma, sevgilisi bu baskında götürülen bir insanın yaşadığı dramı çok şiirsel bir şekilde anlatıyordu.



Carciofi Giuda
Neyse ki bugün bu korkunç tarihten eser yok, bir yanda mahalle sakinleri mütevazi yaşamlarını sürdürürken; diğer yanda barlar ve restaurantlarda yaşanan canlı bir sosyal hayat var. Biz de buradaki güzel restaurantlardan biri olan Piperno'da Roma yahudi mutfağının tadına varacağız. Piperno ortasında minik bir çeşme olan, sarı ışıklarla kibarca aydınlatılmış bir meydanın köşesinde yeralan çok hoş bir restaurant dışarda meydana bakan masamızda yerimizi alıyoruz. Burada en merak ettiğim lezzet Roma'da birçok restaurantta da bulunabilen "yahudi usulü enginar", bu ünlü Roma yemeği ghettoda yemek bulmanın çok zor olduğu zamanlarda ortaya çıkmış, enginar nispeten kolay bulunabilen bir sebze olduğundan sık sık tüketilirmiş, enginarı daha lezzetli ve daha uzun süre tok tutan bir yemek haline getirebilmek için derin yağda kızartıp alıp düzleştirip, bir kez daha derin yağa atarak çıtır çıtır olana kadar kızartmaya başlamışlar. İşte size meşhur "Carciofi Giuda"nın ortaya çıkış hikayesi ve tarifi… Çok geçmeden antre olarak söylediğim enginarım geliyor, hayatımda ilk defa burada ortaya çıktığı yerde tadacağım için heyecan duyuyorum. Kızarmış vahşi bir çiçek görünümünde olan enginar gerçekten çıtır çıtır ve lezzetli ancak oldukça ağır. Meydanın sarı ışıklandırması ve masamızdaki mum önümde duran Chianti Classico şişesini ve birbirinden lezzetli yemekleri dünyanın en güzel manzarası haline getiriyor.

ANTİKACILAR VE CAFE GRECO
Sabah eski şehre doğru yürürken antikacıların olduğu bir sokakta bir sürü ilginç objeye takılıyoruz, etrafta dolaşanların zengin Amerikalı turistler olması, fiyatların oldukça yüksek olması durumu ile uyumlu. Daha sonra antika kitap, gravür, baskı ve dergilerin satıldığı meşhur Mercato Stampe'ye geliyoruz, burası Pazar hariç her sabah Piazza Borghese'de kurulan meşhur bir market… Bir sürü değişik kolleksiyoncu ile tanışıyoruz, Ukrayna asıllı bir kadınla derinleşen sohbetimiz konuyu Osmanlı haritalarından, çok güzel görünen kırmızı mercan baskılarına getiriyor, derken mercanları alıveriyoruz. 


Bu keyifli alışveriş sonrası kendimizi meşhur Via dei Condotti'de buluyoruz, Bvlgari, Versace, Dolce Gabbana, Valentino mağazaları arasında meşhur mu meşhur, bir o kadar da pahalı Cafe Greco karşılıyor bizi… Burada birer espresso içip lüks Roma havasını içimize iyice sindirelim diyoruz, içerisi kalabalık: turistler, çok şık giyimli müdavimler… Bu cafede oturmak insanı gerçekten havaya sokuyor, geleneğe göre gerçek Romalılar cafe Greco'da espresso içerlermiş, turistler ise Cappuchino; espressolarımız masamıza geldiğinde Romalı gibi hissediyoruz biz de… 


COLOSSEUM VE MICHELANGELLO'NUN HZ MUSA HEYKELİ



Colleseum'dan bir detay
Sıradaki hedefimiz Roma İmparatorluğunun en büyük amfitiyatrosu elli bin kişi kapasiteli Colosseum… Yapımı on sene süren ve M.Ö. 80 yılında açılan Colosseum'un açılış törenleri yüz gün sürmüş, ve yine sadece bu açılış törenlerindeki gösterilerde 5000'den fazla vahşi hayvan ve birçok da insan öldürülmüştür. Eğlenceler arasında aslan ve fil öldürmek, günlerce aç bırakılan ayıları silahsız insanların üzerine salmak, tabii ki gladyatör dövüşleri ve arena su ile doldurularak yapılan vahşi deniz savaşları varmış. İnsanların içindeki vahşetin bu şekilde bir eğlence olarak ortaya çıkması, 50.000 kişinin oturup bunu büyük keyifle izlemesi gerçekten ilginç, belki bir bakış açısına göre vahşi olduğunu gizlememek bir çeşit dürüstlük de olabilir ya da bir çeşit güç gösterisi… Bütün bunları hayal etmeye çalışarak, Colleseum'u geniş açıdan gören bir nokta bulup yanyana çimlere uzanıyoruz, fonda masmavi gök, önümüzde Colleseum bir süre sessizce duruyoruz. Colleseum'un içi ve Capitoline Hill de gezilebiliyor ancak biz bugünü daha farklı planladık, daha az bilinen ve bunlar kadar heyecan yaratan Michelangello'nun bir başka eserini görmeye gideceğiz, San Pietro in Vincoli kilisesindeki Hz.Musa Heykeli…


Micheangello'nun Hz Musa heykeli
Colloseum'un karşısındaki merdivenlerden çıkarak bu kiliseyi aramaya koyuluyoruz, çok turistik olmadığını yol sorduğumuz kimsenin kiliseyi bilmemesinden anlıyoruz ve bu da beni içten içe mutlu ediyor. Roma ile ilgili her turistin bildiğinden farklı bir hikaye ile karşılaşacak olmak heyecan verici... Sonunda San Pietro in Vincoli iddiasız duruşu ile karşımıza çıkıveriyor.
Papa II. Julus'un mezarı için Michelangello'ya dev bir heykel siparişi verilir. Uzun süren çalışma esnasında proje hem Vatikan'ın ayırdığı bütçe, hem de başka sebeplerden bir çok kez müdahaleye uğrar, zaman içinde şekil değiştirir. Sonunda ortaya çıkan, sipariş edilene göre çok daha küçük çaplı bir eserdir. Merkezindeki Hz. Musa her an vücuda gelecekmişçesine canlı ifadesiyle bugün de dikkatleri üzerine çekmektedir, öyle ki  sadece Hz. Musa heykelinin yüz ifadesini çözmek için 1913'te Sigmund Freud bu kilisede 3 hafta geçirmiştir, ancak hala tartışılmakta olan surat ifadesinin ne anlama geldiği ile ilgili kesin bir açıklama bulunmamaktadır. Heykeli gördükten sonra, okuduğum açıklamalar içinde benim en benimsediğim ise şu oldu; iki mermer sütun arasında oturmakta ve sağ elinin altında on emirin yazılı olduğu bir tableti tutmakta olan Hz Musa belirgin damarları, sinirli duruşu ve kızgın bir surat ifadesiyle görülmektedir, bu da aslında çalışmayı yaparken sürekli müdahaleye uğrayan Michelangello'nun kendi surat ifadesinin bir yansımasıdır. Nitekim çalışma söz konusu mezarın bir parçası da olmaz hiçbir zaman ve bu kiliseye yerleştirilir.


PIAZZA NAVONA
Roma'nın günümüzdeki bir çok yapısı gibi Piazza Navona da yine 1. yüzyıldan kalma 30.000 kişi kapasiteli stadyum "Stadio di Domiziano"nun kalıntıları üzerine kurulmuştur. Başka bir deyişle, Piazza Navona halka açık oyunların izlenebildiği bir arenadan dönüşerek bugünkü halini almıştır. Orjinal kalıntılar bugün Piazza Tor Sanguigna tarafında gezilebilir. 15. yüzyıla kadar kendi haline bırakılan ve son döneminde bakımsızlıktan dökülmekte olan bu stadyum dönüştürülürken geniş meydanın çeşitli noktalarına birkaç çeşme sipariş edilmiştir. Bunların en önemlilerinden biri bugün meydanın ortasında yer alan Bernini'nin Fontana dei Quatro Fiumi - dört nehrin çeşmesi şeklinde Türkçeye çevrilebilir - Nil, Ganj, Tuna ve Plata nehirleri üzerinden o yıllarda bilinen dört kıtaya atıfta bulunmaktadır.

Fontana del Nettuno

Bunun yanısıra, meydanın güney tarafındaki Fontana del Moro ve kuzey ucundaki Neptün'ü deniz canavarıyla savaşırken gösteren meşhur Fontana del Nettuno sarı akşam üstü güneşi vurdukça daha da güzel görünen siluetleriyle biz ölümlüleri büyülemeye devam ediyor. Etraftaki kafeler insan cıvıltılarıya dolup taşarken, meydanda sıra ile çeşitli gösteriler ve konserler gerçekleşiyor. 


CARPE DIEM: BİR ŞEHRİN KÜLTÜRÜ
Buradan oturup izlediğimde Roma'nın neden Carpe Diem -anı yaşa - felsefesini bu denli benimsemiş bir şehir kültürü olduğunu daha iyi anlıyorum.

Binlerce yılın birikimi olan, binlerce eser  ve tüm bu eserlerin hikayeleri insana ne denli geçici olduğunu hatırlatmak için var adeta… Yeni birşeyler inşa ederken bile orada bulunan önceki esere dair bir kalıntıyı yine de korumanın en önemli amacı bu olmalı; "insana geçiciliğini hatırlatmak"…  

İnsanoğlunun genel yanılgısı olan "kendini çok fazla önemseme" ve "hayat hiç bitmeyecekmişçesine hırslara kapılma" gibi davranışıların ne denli saçma olduğunu anlayalım diye var Roma… İçinde yaşayan şanslı azınlığa hergün bu mesajı veriyor.

Sokaklarında dolaşırken, Roma'nın her köşesinin hikayesini öğrenmek dinlemek ve hikayeden geriye kalanları görmek; kahramanlarının geçtiğini; hikayelerin ve eserlerin kaldığını; dolayısıyla da ne denli geçici olduğumu hatırlattı bana. Böylece yaşadığım anın önemini kavradım, en azından Roma gezim boyunca… Bu özelliğiyle Roma kutsanmış ve Romalılar kurtarılmış…


Roma'daki son akşam üzeri içkisi @Enoteca Il Piccolo

Bir başka seyahatte buluşmak üzere...

ADRESLER:


Müze biletlerini önceden ayırtmak için:
http://www.rome-museum.com


RESTAURANTLAR:


TRATTORIA DEL PANTHEON DA FORTUNATO

00186 Roma - Via del Pantheon, 55
06 6792788
www.ristorantefortunato.it


DA PANCRAZIO:
00186 Roma - Piazza del Biscione 92/94
Tel: 06 6861246
www.dapancrazio.it


RISTORANTE PIPERNO:
00186 Roma - Monte de'Cenci, 9
Tel: 06 6861113
www.ristorantepiperno.it


RISTORANTE DITIRAMBO:
Piazza della Cancelleria 74-75
Tel: 06 6871626
www.ristoranteditirambo.it


CAFE/BAR:


ENOTECA IL PICCOLO:
00186 Roma - Via del Governo Vecchio, 74-75


CAFE GRECO:
00186 Roma - Via Condotti, 86
http://www.anticocaffegreco.eu