13 Şubat 2015 Cuma

LONDRA MAHALLE REHBERLERİ 1 – COVENT GARDEN

Meğer hayatımın %5’ini İngiltere’de geçirmişim. Bunu az önce hesapladım... Bunun bir buçuk senesi öğrenci olarak, gerisi de, en sonuncusu geçtiğimiz Kasım’da olmak üzere, düzenli aralıklarla yaptığım iş ve arkadaş ziyaretlerinde geçti. Bütün bu zamanın önemli bir kısmını Londra’da geçirdiğimi düşünürsek, elimde hem şehir kültürüne dair, hem de öneri bazında hatırı sayılır bir birikim bulunuyor...
Güncel durumları kontrol edilmiş olarak, bütün bu birikimi şimdi sizlerle paylaşma zamanı...
Ben gezerken her ülkenin ve şehrin kültürüne mümkün olduğunca karışmaya inanıyorum, ancak Londra bu anlamda da çok farklı seçenekler sunan bir şehir... İngilizler, kendi kültürlerine sıkıca bağlı olduklarından, geleneksellik şehrin siyah taksilerinden, kırmızı otobüslerine; tiyatrolarından, publarına kadar her yerinde hissediliyor.  Londra aynı zamanda Global Dünya’nın tartışmasız başkentlerinden biri olması ve farklı kültürlere de açık olması sebebiyle, her kültürün de en iyi örnekleri kendinde topluyor. Buna bağlı olarak, burada önereceğim bazı adresler farklı kültürlerden izler taşırken; bazı tavsiyelerim ise derinlemesine İngiliz kültürünü yansıtıyor olacak.

LONDRA SOKAKLARI KAZAN, SİZ KEPÇE
Londra çok yaygın bir metro ağına sahip olsa da, tam bir yürüme şehri... Tavsiyem bir “Oyster card”* edinmeniz ve o günü geçirmeyi planladığınız mahalleye metro ile ulaşıp, o bölgede yürümeniz... Yürüdükçe keşfedeceğiniz küçük hazineler sunan bu şehirde ayaklarınızın üzerinde olmaktan hiç bıkmayacaksınız; işte bu yüzden bavulunuza en rahat ayakkabılarınızı koymayı unutmayın.
“Peki hangi mahallelerde yürümeli? ya da Hangi mahallede neler görülmeli?” sorularına kapsamlı bir cevap olarak bir kaç bölüm halinde yayınlayacağım bir şehir rehberi hazırladım. Bu rehber Londra’nın müze, kafe, bar, restoran, mağaza ya da tiyatro, kulüp listelerini her bir mahalle için ayrı ayrı inceliyor.
Öncelikle, Londra’nın kalbi Covent Garden ile başlıyoruz. Hemen arkasından da SOHO gelecek... İyi okumalar...

*Oyster Card: Londra’nın İstanbul kartı gibi tanımlanabilir; zira aynı mantıkta, içine para yükleyip, her türlü toplu taşıma aracından faydalanabildiğiniz faydalı bir kart. Bunun bir de Tourist Oyster tabir edilen, internetten alıp, seyahatinizden önce evinize gönderttirebileceğiniz bir versiyonu mevcut...

COVENT GARDEN

Küçük Bir Tarihçe
Covent Garden, 1600’lere kadar tarlalarla dolu bir bölgeyken, o yıllarda Londra’da pek de görülmemiş İtalyan tarzı kemerlerle bezeli bir meydanın oluşturulması ve birkaç çok şık malikanenin bu bölgede inşa edilerek, bazı zengin ailelerin bu bölgeye taşınması ile hareketlenmiş. 1654’te yine bu meydanda kurulmaya başlanan meyve sebze pazarı, aslında günümüzdeki üzeri kapalı, dev Covent Garden (Apple) Market’in temelini oluşturmuş. Ancak Covent Garden Market binası yapılıp, bu bölge dönüştürülene kadar geçen 200 senede bu bölgede peşi sıra açılan pub, tiyatro ve genelevler; bölgenin 17 ve 18. Yüzyıl Londra’sını anlatan dönem filmlerinde gördüğümüz tarzda, bir batakhaneye dönüşmesine sebep olmuş. İşte bunun üzerine Parlemento’dan çıkarılan bir kararla, bölgenin dönüştürülmesinin bir parçası olarak, 1830’da Charles Fowler’ın neo-klasik tarzdaki meşhur Pazar binası yapılmaya başlanmış. Daha sonra da ihtiyaca göre bu binaya Floral Market ve Jubilee market eklenmiş. Market bir ara buradan taşınsa da, 1980’de yeniden açılmış ve bugün Londra’nın en hareketli turistik atraksiyonlarından bir tanesi...

Günümüzde halen, hem Kraliyet Opera binası; hem de bir çok önemli tiyatro burada yer aldığı için Covent Garden, hem   (theatreland) tiyatrolar bölgesi’nin; hem de şehrin ana merkezi ve tüm hareketinin kaynağı olarak tanımlanabilecek West-end bölgesinin bir parçası...

A’DAN Z’YE COVENT GARDEN DENEYİMİNİ ZENGİNLEŞTİRECEK ÖNERİLER

Covent Garden Market ve Etrafındaki Sokak Gösterileri
Yukarıda uzun uzun tarihçesini anlattığım Pazar, bu bölgenin çıkış noktası ve halen önemli bir parçasıdır. Pazarın içinde ve etrafında, hava nasıl olursa olsun, her zaman yetenekli müzisyenler ya da komedyenlerin etraflarında toplanan yüzlerce insan için gösteri yaptıklarını görürsünüz. Böylece, her gün, değişik milletlerden yüzlerce seyirciye ulaşırlar... “Bu yetenekteki bir adam neden sokakta?” diye düşündürürler sizi... Oysa bulunduğum noktadan baktığımda, Londra’da sokakta gösteri yapabilmek, bir sanatçı için, olsa olsa bir ayrıcalık olabilirmiş gibi görünüyor. Bu yolla, dünyanın her yerinden gelen, yüzlerce insana kendinizi göstermek, sanat severlerden ve hatta hiç ilgisi olmayan insanlardan bile takdir toplamak mümkün. Ben olsam sadece prova yapmak için bile çıkardım... 
Londra’ya yazın gittiyseniz, kendinizi Pazarla, Covent Garden metro çıkışı arasında yer alan James Street’te, sokak müzisyenleriyle olduğunuz yerde hafif hafif salınırken bulabilirsiniz... 
Londra'da, sokaklarda sanat yapan insanların üstün yetenekli oluşu ve çokluğu, bana ne kadar sanat dolu bir şehirde olduğumu hatırlatmıştır hep...

Kraliyet Opera Evi
Londra’nın tiyatrolar bölgesinde bulunan 40 kadar tiyatronun yanı sıra, opera ve balelerin sergilendiği Kraliyet Operası aynı zamanda Londra Balesinin de ana merkezi... Buradaki bir gösteriyi izlemek için çok önceden planlayıp, bilet almanız gerekir.
Programa bakmak ve belki de bir bilet almak için;

National Gallery
1824’te açılan ve 13-20 yüzyıllar arasındaki döneme ait, 2300’den fazla esere ev sahipliği yapan National Gallery, dünyadaki sanat müzeleri içinde en çok ziyaret edilen dördüncü müze... Diğer bir önemli bilgi ile National Gallery’e giriş, Londra’nın bir çok müzesinde olduğu gibi, bedava... Meşhur Trafalgar meydanında yer alan National Gallery'i kaçırmayın...

Buraya Kadar Gelip Bir Tiyatro İzlemeden Dönmeyin
Bir tiyatro izledikten sonra, bir yemek ile devam eden bir gece geçirmek, yaşayabileceğiniz en tipik Londra deneyimlerinden bir tanesi... Zaten geziniz boyunca, özellikle Leicester Square ve Covent Garden’ın her köşesinde, şehirde oynayan tüm büyük prodüksiyonların biletlerini satan acenteleri göreceksiniz. Eğer popüler olmayan ya da yıllardır oynayan bir oyuna gidecekseniz, bu acentelerde ayak üstü, hiç de fena olmayan yerler bulabilirsiniz. Ancak popüler bir oyuna gidecekseniz, bileti önceden internetten almak en doğrusu olacaktır. Bilet alırken size önerilen yerin, sahneye göre nerede olduğuna iyi bakın, sahneye uzak, ya da en tepede balkondaki yerlere boşa para harcamayın, çünkü buralardan izleyeceğiniz her oyun, karıncalar tarafından sahneleniyormuş gibi görünecektir. Müzikallerin çoğu bildiğimiz hikayeler ve dil bilmiyor olmanın yarattığı bir zorluk yok, hele de çocuğunuzla gittiyseniz, onu mutlaka klasiklerden bir tanesine götürmenizi öneririm.
West-end’de bir tiyatro deneyimi yaşamak için, güncel gösterilerin biletlerini buradan alabilirsiniz:


Covent Garden’ın Alışveriş Hazineleri
Bana göre mahallenin en güzel sokakları; Neal Street ve Seven Dials’a çıkan ve Covent Garden’ı, SOHO’ya bağlayan sokaklardır. Burada bir çok enteresan dükkan, geleneksel publar ve iyi restoranları bir arada bulabilirsiniz. Bu sokakların dışında Leicester Square ile Covent Garden’ı bağlayan ana sokaklarda, daha ana akım dükkanları; ara sokaklar ve gizli avlularda ise çok daha özgün ürünler sunan dükkanlara rastlamak mümkün... Biliyorsunuz artık her markayı her yerde bulabiliyoruz, en kötü ihtimalle kafayı taktığımız bir şeyi internetten getirtebiliyoruz. Bu bağlamda, Londra’nın genel olarak pahalı bir şehir olduğunu ve alışveriş ederken seçici olmanın her zaman faydanıza olacağını hatırlatmak isterim . Aşağıda listesini yayınladığım dükkanlar, bir şey almasanız da zihninizi, zevkinizi açacak; hatta yaratıcılığınızı geliştirecek türden, her biri kendi konusunda öncü dükkanlar...
Bu bölgede alışverişi bir deneyime çevirmek için, konusunda en iyileri belli başlıklar altında toparlamaya çalıştım;

MODA:
·      Opening Ceremony: Moda trendlerine öncü olmak istiyorsanız tavsiyem buraya bir göz atmanız.
·      Black out II: Vintage modasına öncü olan bir mağaza, hatta vintage moda olmadan önce de oradaydı...
·      Urban Outfitters: Vintage ya da retro esintili giysi ve her türlü aksesuarı bulabileceğiniz bir Amerikan zinciri ama sanırım en güzel mağazalarından bir tanesi Neal Street’te...
·      Cath Kidston: Çiçekler, çizgiler, kirazlar ve romantik renkleriyle tam bir İngiliz...
·      Orla Kiely: Bir başka renk ve desen ustası marka; her ne kadar kendisi İrlandalı olsa da; adının Londra’yla özdeşleştiği söylenebilir...
·      Natural Shoe Store: Oldukça enteresan modellerde, son derece rahat ayakkabılar satan ilginç bir ayakkabı mağazası... Bu mağazayla ilgili ilginç bir detay vereyim; birkaç kere içerde Selda Bağcan çaldıklarına rastladım, meğer sahibi ilginç müziklere meraklı olduğundan her gittiği yerden beğendiği müzikleri toplarmış...

KOZMETİK:
·      Neal’s Yard Remedies: Londra çıkışlı Neal’s Yard Remedies markasına adını veren ve doğduğu yer olan avluya Neal’s street’ten girebilirsiniz. Neal’s yard’da (avlu) oturup, sağlıklı bir şeyler içebileceğiniz bir kafenin ve biri inanılmaz güzel bir peynirci olmak üzere, bir kaç hoş dükkanın yanı sıra; terapi odaları bulunuyor. Randevu alarak, bu odalarda ayurvedik masajlardan, akapunktura çeşitli terapileri uzmanlarına yaptırabilir ya da yan taraftaki mağazadan alacağınız bakım ürünleri ile kendinizi şımartabilirsiniz. Bu avlu özellikle yaz mevsiminde çok keyifli oluyor.


·      Crabtree & Evelyn: Birbirinden harika kokuları ve ambalajları olan klasik banyo malzemeleri yapan İngiliz markası, banyo keyfinize keyif katmak için... Her ikisi de Londra’dan çıkan, Lush ve Body Shop artık tüm dünyada bulunabiliyor ama Crabtree dışarı çıkmamakta kararlı gibi...
·      MAC Mega Store: Üç katlı dev MAC mağazası, makyaj malzemeleri konusunda hayal gücünüzü zorlayabilecek bir mağaza...
·      Chanel Make-up Pop-up Store: Covent Garden çarşısının içinde farklı konseptli, eğlenceli bir Chanel makyaj mağazası...

ÖZEL MERAKLARA YÖNELİK MAĞAZALAR:
·      Astrology Shop: Neal Street’in sonunda sağda, Astroloji meraklılarına özel konsept mağaza, çocukluğumdan beri orada... Astroloji merakınız olmasa bile burayı gezdikten sonra kendinizi kaptırabilirsiniz. Ayrıca burada yıldız haritanızı da çıkarttırabilmeniz mümkün...
·      Mysteries: Mistik meselelere ilgi duyuyorsanız ya da auranıza falan bir baktırmak isterseniz, aradığınız şeyi burada bulabilirsiniz.
·      Stanfords: Gezginlerin cenneti, seyahat temalı dev bir kitapçı, ya  da belki gerçekten “cennet”, bilemedim.
·      RELAX: Bütün gün yürüdünüz ve yoruldunuz, yarım saatlik bir sandalye masajı yaptırıp, biraz enerji toplamaya ne dersiniz? Yoldan geçerken müsaitse, üzerinizi çıkarmaya bile gerek olmadan yaptırabileceğiniz bir masajdan daha dinlendirici ne olabilir? İşte tam anlamıyla bir şehir Spa’sı Relax’la ilgili bilgileri bulabileceğiniz link;


Covent Garden’ın En Karakterli Pubları
Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilirler, pubları hep sevmişimdir. Rahat ve ruhu olan sosyal mekanlardır publar. Bir de hep çok güzel isimleri vardır. İçki içmek zorunda da değilsiniz, çayla da olur. İngiltere, İrlanda ve İskoçya üçgeni birbirinden karakterli publarla dolu, ama gelin biz şimdi Covent Garden’ın en karakterlilerine bir göz atalım.
·      Lamb & the Flag: Bu pub bana Londra kurulmadan önce de oradaymış hissi vermiştir hep, oysa sadece 1772’den beri oradaymış. Çok çılgın pub kavgalarına sahne olduğundan “bir kova kan” lakabını kazandığı bir dönem olmuş, ve Charles Dickens zamanında bu pubun müdavimiymiş. Daha fazla konuşmaya gerek yok sanıyorum, eğer bir tane pub görecekseniz bu Lamb & the Flag olmalı... İlginizi çekerse burada önceden yer ayıtarak, yemek yeme imkanı da var.  http://lambandflagcoventgarden.co.uk
·      Salisbury: Bir başka favori mekanım, Salisbury’nın ana salonu oldukça ferah ama yine de iş çıkış saatlerinde çok kalabalık oluyor. İçinde bir de şömineli oda olan Salisbury, spor karşılaşmalarını yayınlamayan bir pub... http://www.taylor-walker.co.uk/pub/salisbury-covent-garden/c3111
·      Nag’s Head: Covent Garden metro durağı ile Covent Garden market arasında yer alan, James Street’te yer alan bu anıtsal pub günün neredeyse her saati kalabalık ama büyük barıyla oldukça ferah bir his veriyor.
·      Porterhouse: Yüksek tavanlı ve asma katlarla son derece ferah bir havası olan, Porterhouse esasen İrlandalı bir bira evi... Biralarının çoğunu kendileri yapıyorlar.
·      Marquess of Anglesey: 1663’ten beri bu adreste, ikinci dünya savaşında bombardıman sebebiyle yıkılmış, yeniden yapılsa da binanın dışındaki şarapnel izleri halen görülebilir. Marquess geleneksel pubların en iyilerinden bir tanesidir.


Covent Garden Restoranlarından Seçmeler
Covent Garden’da sonsuz bir yemek seçeneği ile karşı karşıya olduğunuzu unutmayın. Ben bildiklerim içinde, en özellikli ve uygun sayılabilecek fiyatları olanlarını aşağıda derlemeye çalıştım. Hint mutfağı denemek istiyorsanız, iki iyi Hint lokantasını da listede görebilirsiniz.

·      Opera Tavern: Tiyatro sonrası için harika bir alternatif olan bu ferah bar restoran; İtalyan ve İspanyol esintili, çok lezzetli tapasları ve doyurucu ana yemekleri oldukça iyi bir fiyata servis ediyor.

·      Dishoom: Şu aralar Londra’ya giden herkesin hakkında konuşup durduğu, Bombay çıkışlı bir Hint lokantası... Maalesef burada henüz yiyemedim, son gittiğimizde önünde uzun bir sıra ve sıranın başında oldukça suratsız ve umutsuz bir görevli vardı. Ancak buraya giden herkes anlata anlata bitiremediğine göre bir özelliği vardır diyerek size de öneriyorum. Ayrıca Time Out da kahvaltısını şiddetle önermiş, fiyatları halen normal görünüyor. http://www.dishoom.com

·      Masala Zone: Zincir bir Hint lokantasına ait olmasına rağmen, son derece iyi bir servis ve lezzetli bir mutfağa sahip... Bir Hint geleneği olan “Tali”’yi burada denemenizi öneririm...

·      Clos Maggiore: Şık ya da romantik bir yemek için Clos Maggiore doğru bir seçim olacaktır. Tiyatro öncesi ve sonrası menüleri de hem kaliteye göre uygun fiyatlı, hem de Fransız mutfağının mükemmel ve zarif lezzetleriyle dolu...

·      Belgo Centraal: Çok uzun zamandır aynı adreste bulunan Belgo Centraal aslında midye-patates kızartması-biradan oluşan milli Belçika menüsü üzerine kurulmuş bir konsepte sahip gibi görünse de; menüde ördekten ıstakoza uzanan seçenekleri ve doyurucu porsiyonlarıyla Belgo, bir Covent Garden klasiği...  Belçika birası menüsü ise akılları baştan alacak kadar zengin...

·      The Rules: 1798’de açılan Rules, Londra’nın en eski restoranı ünvanını elinde bulunduruyor. Bu özelliği ile bir anıt değeri taşıyan Rules av etinden, paylara ve geleneksel İngiliz tatlılarına çok tipik bir İngiliz mutfağına sahip. Geçtiğimiz 200 yılda Rules’un masalarından bir çok önemli şahsiyet geçtiği için, Rules hikayelerle dolu bir restoran.... Mesela aşkı için tahttan vazgeçen İngiltere kralı Edward (kendisi günümüzdeki Kraliçe Elizabeth’in amcasıdır) ve Amerikalı dul eşi Wallis Simson’un bir çok defalar gizlice bu restoranda buluştukları bir çok kaynakta yazıyor. Hatta restorana girmek için kullandıkları özel bir kapı olduğu da söyleniyor. Rules’un yukarıda listelediğim restoranlara göre daha pahalı olduğunu da belirteyim.


Çok yakında SOHO rehberiyle yine karşınızda olacağım, o zamana kadar sevgiyle kalın... İyi okumalar...

4 Şubat 2015 Çarşamba

KÜÇÜK BİR KAÇAMAK: ATİNA VE HYDRA ADASI

İnsanlar bebek sahibi olduktan sonra ilişkilerindeki odak nokta ister istemez biraz değişiyor. Oysa baş başa yapılacak bir tatil, bu durumun birazcık dışına çıkmanız ve ilişkinize güzellikler katmak için harika bir fırsat olabilir... İşte dört gecelik Atina ve Hydra tatili böyle bir tatilin hikayesi...
Bebeğiniz olduktan sonra ilk kez baş başa yapacağınız tatilden ne beklersiniz? Tabii ki, bol dinlenme, biraz sükûnet, biraz sessizlik, mümkünse deniz ve güneş... Bu beklentilerle planlarımızı yapmaya çalışırken yakın olması ve uygun uçak bileti fiyatlarının yanı sıra; hem bir sürü adasıyla farklı seçenekler sunması, hem de Ekim ayında hala denize girilebilecek bir yer olması sebebiyle Yunanistan üzerine yoğunlaştık ve Atina’ya biletlerimizi alıverdik. Atina’ya yakın adalar içerisinde kendimize uygun bir yerler ararken de, küçük, güzel ve arabasız olması sebebiyle Hydra’yı seçtik.

ATİNA’DA BİR GECE
Uçağımızı beklerken, aylardır ilk defa baş başa bir şeyler yapacağımız için heyecanlı; küçük ponponumuzu özleyeceğimiz için biraz buruk hissediyoruz. Tam vaktinde uçağa biniyoruz ve tam bir saat on dakika sonra Atina Venizelos havaalanındayız, her şey tıkır tıkır işliyor, hızlıca havaalanından çıkıyoruz. Otelimizin bulunduğu şehir merkezine metro ile gitmeye karar veriyoruz.

Komşumuz Yunanistan’ın en önemli meydanı olan Syntagma’da büyük bir kalabalık var; insanlar buluşuyor, oturuyor, kafe frape içiyor, sohbet ediyor, biz de önümüzde bavulumuz, hangi yöne gideceğimizi bulmaya çalışıyoruz. Meydanının ortasında etrafımdaki genç kalabalığa bakıyorum; evet krizin ortasındalar; ama hayat sonuna kadar devam ediyor gibi görünüyor bu meydanda...
Biz bakınırken otelimizin olduğu Plaka’nın yönünü gösteriveriyor birisi, sanki bütün yüzler, bütün profiller tanıdık...  Yönümüzü bulunca kısa bir yürüyüşle otelimizin önünde buluyoruz kendimizi...
Akropol
Akşam için hazırlanıp, kendimizi Plaka sokaklarına vuruyoruz önce, bu küçük mahalle, çekiciliğini tepesinde yükselen Akropol’den alıyor. Plakanın ana caddesi Adrianou Street; sağlı sollu turistik dükkanlardan oluşuyor; içlerinde orijinal bir kaç sanat dükkanı da mevcut... Gün yavaş yavaş alçalırken, Okan “gün batımını kaçırmayalım, bir bar biliyorum, ama koşmamız lazım” diyor, soru sormadan takip ediyorum kendisini... Plaka’nın kalabalıklarını geride bırakıp, bir perküsyon ekibinin agresif ritimlerle inlettiği Monastraki meydanına çıkıyoruz. 
Meydanda gençler, canlı bir uğultu ve ritim var sadece... Kafamı sola doğru çevirince tepenin üzerinde yükselen akropol büyüleyici... Yine hızlı adımlarla, meydanın karşı köşesine yürüyüp, kapısında 360 yazan bir binadan içeri giriyoruz, asansörle en üst kata çıktığımızda bizi akropol manzaralı harika bir bar karşılıyor. Yüksekteki bu terasa çıkınca, aşağıda sokaklarda dolaşırken kendini pek de belli etmeyen, sersemletici rüzgarın farkına varıyoruz; buna rağmen birer prosecco ile Akropol manzarasına karşı burada olmanın tadını çıkarıyoruz. Rüzgarın yarattığı sersemlik, prosecconun neşesine karışıyor.
Yukarıdan Monastraki Meydanı

Az sonra yeniden Monastraki Meydanı’nda, şehrin müthiş Cuma canlılığını izliyoruz. İstanbul’un bundan iki-üç sene önceki halini düşünüp, üzülüyorum biraz... Muhafazakarlık pompalandıkça uçan enerji ve neşemiz, artık yok ne yazık ki; oysa tarihinin en büyük ekonomik çöküntüsünü yaşayan Yunanistan’ın her şeyi düzeltebilecek enerjisi bu meydandan taşıyor adeta...
Bir sokak manzarası
Ben bunları düşünürken, Okan yine kırk yıllık Atina’lı gibi, beni bir yere doğru götürüyor. Çok geçmeden, Plaka’ya göre cansız bir mahallede olması sebebiyle ilk başta cezbetmeyen; ancak içeri girdiğinizde yüksek tavanı, Yunanlı kalabalığı ve bir aile işletmesi havasıyla bizi içine doğru çeken Tzitzikas kai Mermigas’ın önünde sıra bekliyoruz. Çok geçmeden dışarıdaki bir masada yerimizi alıyoruz. Menüde bulunan birbirinden güzel, ve çoğu çok tanıdık seçenekler arasında kayboluyoruz. Sonunda Yunan salatası, mücverin daha pofuduk ve daha peynirlisi olarak tarif edilebilecek “kabak topları”, kaygana, midye ve kadayıfa sarılı sakızlı tavuk söylüyoruz, bir de en iyisinden Yunan kırmızısı önermesini rica ediyoruz tatlı garsonumuzdan... Aylardan Ekim, hava öyle yumuşacık ki askılı elbisemin üzerindeki şalla dışarıda oturulabiliyor... Şölen gibi bir gece...


Biraz çok yemekten mustarip, otele dönmek üzere, kalkıyoruz buradan ama Okan’ın sürprizleri daha bitmiyor anlaşılan; zira yine ara bir sokağa doğru sürükleniyorum kendisi tarafından. Yedi-sekiz dakikalık bir yürüyüşten sonra muhteşem swing melodileri ve dışarı taşan “hip” kalabalığı ile Baba au Rhum isimli bir bardayız. Bu harika barın en önemli özelliği, adından da anlaşılacağı üzere müthiş bir rom seleksiyonuna sahip olması. Ansiklopediyi andıran menüsü, dünyada iyisiyle kötüsüyle rom üreten tüm ülkelerin çeşit çeşit romlarıyla ve tabii rom ile yapılan oldukça orijinal kokteyllerle dolu...

ATİNALİ TAKSİCİYLE MİNİ CİNNET KEYFİ
Sabah, önceden biletlerini aldığımız feribota binmek üzere Pire Limanına doğru, taksiyle yola çıkıyoruz. Konuşmalarından anladığımız kadarıyla taksicimiz koyu sağcı, ama dünyaya da açık sayılabilecek bir adam. Aynı zamanda çok iyi İngilizce konuşuyor, biz de bunu bir avantaj olarak görüp, yol boyunca sohbet ediyoruz kendisiyle; krizden, turizmden, iki ülkenin de politikacılarının kirlenmişliğinden konuşuyoruz. Ancak Pire’ye vardığımızda, limanın önünde protesto yürüyüşü yapan kızıl bayraklı kalabalığın yolu kapattığını görünce, adeta çıldırıyor. Yarı Yunanca, yarı İngilizce bağırmaya başlıyor; “Allahın cezası komünistler, grevle bir şey olmaz, çalışın”... Biz inmek için kıpırdanmaya başlıyoruz, “olsun limanın önüne kadar götürmenize gerek yok” filan diye geveliyoruz. Bizi indirmek için, köşedeki polisin yapma dediği yasak dönüşü yapıp, polise de açık pencereden aleni bir şekilde, küfür ettikten sonra, bizi köşede indiriyor nihayet... Bu olay, ülkedeki krizin insanlarda yarattığı gerginliği en açık şekilde görmemizi sağlıyor. Pire’de liman çevresi sevimsiz, limanın içi ise tekinsiz görünüyor. Fazla etrafta dolaşmamaya karar veriyoruz.

BAŞLI BAŞINA BİR DENEYİM; ÇEKİRGE
Büyük gemilerin haricinde, adalara giden iki çeşit feribot var; Flying Dolphin ve Flying Cat... Bizim aldığımız biletler Flying Dolphin için; bu teknenin evrensel adı Hydrofoil; ancak kızakların üzerinde gittiği için bence bu aleti en iyi tarif edebilecek kelime “çekirge” ...
Yunan deniz yollarıyla seyahat başlı başına anlatılması gereken bir deneyim bence, zira ortama hakim olan organize kaos havası oldukça komik manzaralara yol açıyor.
Vakit geldiğinde yolcular tekneye doğru sıra oluyorlar, biz de hemen sıradaki yerimizi alıyoruz, ama sıra bir türlü ilerlemiyor, çok geçmeden anlıyoruz ki, kimse tekneye binmiyor, sadece sırada sohbet ediyorlar. Bunun yanı sıra, bir de görevlilere bağırıp duran bir grup insan var. İçeri girip, koltuk düzenine baktığımızda, anlıyoruz ki internetten beraber alınan yerlerimiz birbiriyle alakasız iki koltuk; bu duruma alışkın olan Yunanlılar biletlere bakmadan, geldikleri gibi hızlı hızlı, buldukları yerlere oturuyorlar. Zaten benim de yerimde kalkmaya niyeti olmayan ve hiçbir dil anlamayan bebekli bir aile oturuyor. Durumu kavrayınca biz de bulduğumuz güzel bir yere oturuyoruz. Bu arada bavul miktarı o kadar çok ki, çok geçmeden basacak yer kalmadığı gibi; bir görevli ayağımı kaldırmamı işaret edip, ayağımın altına da birkaç bavul yerleştiriveriyor... Ayakta kalan yaşlı bir adam görevli tarafından azarlanıp, bavulunun üstüne oturtuluyor... Ve daha neler neler...
Birazdan çekirge kızakları üzerine yükseliyor ve suyun üzerinde adeta uçarak, önce Paros’a; sonra Paros’ta kaybedilen bir valiz üzerine çıkan kavganın uzaması sebebiyle 20 dakikalık bir gecikmeyle Hydra’ya varıyor.

HYDRA
Hydra 1960’lardan günümüze taşıdığı, sofistike havasıyla oldukça çekici bir ada... Popüler olmasına rağmen küçük;  araba barındırmaması sebebiyle de bulunduğumuz ruh haline bir hayli uygun... 
Hydra Limanı
Küçük bir limandan, yukarı doğru uzanan bir köyü ve sahilden yürüyerek ulaşılan plajları var; daha uzaktaki plajlara limandan tutacağınız deniz taksi ya da minik dolmuş motorlarıyla gidebiliyorsunuz. Adada araba yok ancak yürümek istemiyorsanız bir alternatifiniz var; eşeğe binmek. Adanın genelinde ulaşım eşeklerle sağlanıyor. Biraz yürümek ya da tırmanmak isterseniz, trekking haritasında önerilen dağ yollarını da deneyebilirsiniz... Bütün bunlar oldukça kompakt bir alana yayılıyor... Burayı çekici kılan da bu özelliği, yani minik bir inziva adası olması...
Eşekler genellikle limanda park halinde
Nitekim, ada, önce 1957’de Sophia Loren’in baş rolünde olduğu “Boy on a Dolphin” filminin burada çekilmesi, ardından da 1960’da Leonard Cohen’in buradan bir ev almasıyla, 60’lı yıllarda şöhretinin zirvesine ulaşmış. Bu küçücük hilal biçimli sevimli liman tüm Avrupa jet setinin uğrak yeri, en çılgın partilerin mekanı olmuş. Beni en çok etkileyen de; bu popülaritenin adayı bozup, yozlaştırmamış, sitelerle doldurmamış olması... Eminim, yine de eski halini bilenler için, belli bir oranda yıpranmıştır ama gözü rahatsız eden bir bozulma söz konusu değil.

HYDRA’DA İLK AKŞAM
Günü limandaki pahalı dükkanlara bakarak, kafelerde oturup, frape içerek ve biraz da patikalarda yürüyerek geçirdikten sonra akşam yemeği için gözümüze çok hoş görünen tipik bir tavernada rezervasyon yaptırıyoruz.
Biraz dinlenip, akşam için enerji topladıktan sonra çıktığımızda tatlı bir sonbahar yağmuru karşılıyor bizi, yağmurda yürüyerek limana iniyoruz. Bu akşam ki güzel tavernamız Paradosiako’daki tatlı garsonumuz bizi dışarda ama yağmur almayan harika bir yere oturtuyor. Buradan hem sokağın canlılığını, hem yağmuru izleyebiliyoruz... Salata, cacık, birkaç tanıdık meze ve sardalyadan oluşan tipik siparişimize; “Babazim” adında daha önce hiç tatmadığımız bir uzo eşlik ediyor... Bir Plomari değilse de; denemeye değer... Uzun, keyifli ve bol sohbetli bir yemekti... 
Muhteşem Sardalyalar ve Babazim
Yemek bitince soğuk rüzgara rağmen sahildeki Pirate Bar’da kuytu bir masaya oturup, yağmurluklarımıza sarınıp, geceye devam etmeye karar veriyoruz... Rüzgarın yarattığı bir tenhalık hakim sahilde; yine de rüzgara karşı oturup bir şeyler içmek çok keyifli...

ADADA MÜKEMMEL KAHVALTININ ADRESİ; ISALOS
Gün, uzun zamandır hayalini kurduğumuz gibi, uzun bir sabah uykusu ile başlıyor. Ardından 10.30 gibi kahvaltı etmek üzere limana iniyoruz. Daha önce hakkında pek çok iyi şey duyduğum, Isalos’a oturuyoruz. Burası gerçekten de gördüğüm en iyi kahvaltı menülerinden birine sahip, biz de her zevke göre oluşturulmuş zengin kahvaltı menülerinden birini seçiyoruz. Önümüze gelen her şey kaliteli, taze ve lezzetli... Bizim ısmarladığımız Akdeniz kahvaltısı; ev yapımı çörek ve ekmek çeşitleri, tereyağı, reçel, peynir, domatesli-beyaz peynirli yumurta (menemene benziyor), ballı yoğurt, taze portakal suyu, içebildiğiniz kadar çay veya kahve çeşitleri içeriyor. Masayı donatıp, uzun bir kahvaltı ve kitap-kahve keyfi yaptıktan sonra sahilden plajlara doğru uzun bir yürüyüşe geçiyoruz.

SAHİLDEN PLAKEA PLAJINA DOĞRU
Hedefimiz yürüyerek gidilebilecekler arasındaki en uzak plaj; Plakea; toprak yoldan yürüyoruz. Sağımızda masmavi Ege; solumuzda yemyeşil bir tepe ve tepenin üzerinde kuş avlamakta olan avcılar... Bu sebeple yolun bir kısmına silah sesleri ve etrafta koşturarak vurulan kuşları aramakta olan av köpekleri eşlik ediyor.
Plakea’ya kadar üç ayrı plaj ve üç ayrı yerleşim yeri geçiyoruz... Hava bir kapayıp, bir açıyor ama neyse ki yağmur yağmıyor.
Plaja ulaştığımızda güneş iyice kendini gösteriyor ve hava iyiden iyiye yazdan kalma bir güne dönüyor.
Plakea’da Four Seasons isminde oldukça iyi bir otel bulunuyor, otel bilinen zincire ait değil; bağımsız iyi bir butik otel olarak tanımlanabilir... Plajın kenarında otele ait güzel bir taverna bulunuyor. Plaj da otel tarafından işletiliyor, ancak kapatılmış değil; isteyen istediği gibi gelip, plajı kullanabiliyor, sadece eğer şezlong ve şemsiye kullanmak isterseniz para ödüyorsunuz.
Biz de, bu uzun yürüyüş sonrası, tavernada plaja bakan bir masaya kurulup, hafif mezelerle birer kadeh Plomari keyfi yapıyoruz. Kalan Plomarilerimizi de pırıl pırıl denizin içinde içip, yazdan kalma bu harika günün tadını çıkarıyoruz.

Saat 05.00’te Hydra limanına dönen, otelin taksi motoruna biniyoruz ve böylece ışıltılı denizin üzerinden süzülerek limana kadar keyifli bir yolculuk yapıyoruz. Hava bulutlardan tamamen arınmış, yazdan kalma bir akşamüstü limanda bizi karşılıyor...

KAPALIÇARŞI’DAN HYDRA’YA UZANAN HİKAYE...

Akşam üzeri limandaki saçma fiyatlı dükkanları karıştırırken, Blue Dolphin isimli bir dükkanın vitrininde çok tatlı görünen şişman kadın heykellerine bakıyoruz. Fiyatlarını sormak için, içeri girdiğimizde, dükkan sahibi ile giderek koyulaşan bir sohbetin içinde buluyoruz kendimizi.  Nereli olduğumuzu soruyor; İstanbul’dan olduğumuzu söylediğimizde, hiç beklemediğimiz bir şey oluyor ve dükkan sahibi beyefendi, birdenbire muhteşem bir İstanbul Türkçesine dönüveriyor. Sonrası bildik bir hikaye, 1977’ye kadar Kapalıçarşı’da çalışan Andon Bey; o yıl terk ediyor anavatanı olan İstanbul’u ve bir daha hiç geri dönmüyor. Buruk bir hikaye olduğunu düşünüyorum bunun, ama kendisi en ufak olumsuz bir şey anlatmıyor, hep Kapalıçarşı’daki neşeli gençlik günlerinden bahsediyor. Hani bazı insanların “şeytan tüyü” vardır ya, işte Andon Bey de öyle bir adam... İyilik ve yaşam enerjisiyle dolu ve hep yardıma hazır. Hydra’da bulunduğumuz süre boyunca kendisiyle dost oluyoruz ve birkaç kez daha ziyaretine gidiyoruz. Üstelik şişman kadın heykelleri de çok pahalı sayılmaz... Onları da alıyoruz, birer hatıra olarak...

IL CASTA
Birkaç günden beri yerel beslenmekte olduğumuz için bu akşam farklı bir mutfak deneyerek, Yunan mutfağına ara verelim diyoruz. Bu sebeple de ile akşam yemeğini  adanın İtalyan aile işletmesi, Il Casta’da yemeye karar veriyoruz... Burası Napolili bir baba ve iki oğlu tarafından işletilen hoş bir yer... Yemekler olağanüstü değil ama İtalyan lezzeti ihtiyacını karşılıyor... Il Casta’nın mutfağından çok daha fazla öne çıkan önemli bir özelliği sahiplerinin harika insanlar olması... Yemeğin sonuna doğru koyulaşan sohbetimiz, Napoli’den İstanbul’a uzanıyor. Sıra hesaba geldiğinde kartımızı çıkarıyoruz, ödemek üzere; fakat mevsim sonu olması sebebiyle pos makinasını geri verdiklerini ve nakit ödememiz gerektiğini söylüyorlar... Üzerimizde Euro yok ve limandaki banka kapalı... “Hay Allah ne yapsak?” deyip, üzerimizde bulunan dolarla ödemeyi teklif ediyoruz, ama ısrarla “yok yarın verirsiniz, önemli değil” diyorlar ve bir de üzerine kahve ikram ediyorlar... (Hatta ertesi gün parayı vermeye gittiğimizde birer kahve daha ikram ediyorlar.)
Gecenin sonunu, harika müziği ile bizi kendine doğru çeken, Amalour isimli barda getirmeye karar veriyoruz. Çok geçmeden bize katılan orada otururken tanıştığımız Amerikalı bir çiftle uzun ve keyifli bir sohbet sonucunda ancak saat 03.00 gibi yatabiliyoruz.
 
Amalour Bar
MEVSİMİN SON DENİZ GÜNÜ
Ekim bana göre Ege’nin en güzel ve yüzülesi halidir. Uyandığımızda havanın pırıl pırıl olması, bugünü hayalini kurduğum gibi, tüm gün yüzerek geçirebileceğimi gösteriyor. Bu sebeple de yine Plakea’da alıyoruz soluğu, ancak vakit kaybetmemek için bu sefer otelin taksi botuyla gidiyoruz... Harika plaja kurulup, kitap okuyup, yüzerek bu güzel günün keyfini çıkarıyoruz.

Hydronetta Bar'dan gün batımı

Akşam yine saat 5.00’teki taksiyle limana dönüp, buradaki son günümüzün gün batımını karşılamak üzere meşhur Hydronetta Bar’a oturuyoruz. Kayalıkların üzerinde gün batımına karşı konuşlanmış olan bu olağanüstü manzaralı bar; aynı zamanda tüm günü yüzerek geçirebileceğiniz bir yer; kayalıklardan aşağı inen merdivenlerden rahatlıkla denize giriliyor. Ben de henüz hızımı alamadığımdan burada da muhteşem görünen, altın renkli gün batımına karşı denize bırakıyorum kendimi... Daha sonra tuzlu saçlarım ve ıslak mayomla, peştamalıma sarınmış bir şekilde, yerime geldiğimde, taptaze malzemelerle yapılmış, leziz şeftalili daiquiri ile karşılaşmak paha biçilmez bir keyif yaratıyor. Güneş denize düşmekte olan altın bir top gibi, nefes kesici bir manzara oluşturuyor gözlerimizin önünde... Öyle ki sırf bu barda oturmak için bile Hydra’ya geri gelinebilir...


FAYDALI ADRESLER:

ATİNA

Otel:
Birkaç merkezi lüks butik otel önerisi;
A FOR ATHENS
Otel Monastraki meydanına çok yakın, yeni yapılmış ve güzel bir manzarası var...
2-4, Miaouli Str., Monastiraki , Atina

HOTEL SWEET HOME
Plaka’da yeni restore edilmiş tarihi bir binada, Syntagma meydanına çok yakın...
Patroou, 5, Plaka, Atina

Restoran
TZITZIKAS KAI MERMIGAS
Turistik kalabalıktan uzakta, muhteşem bir mutfağa sahip, tipik aile işletmesi...
Mitropoleos 12, Atina
+30 21 0324 7607

Kafe / Bar
360 COCKTAIL BAR
Monastraki meydanında, Akropol manzaralı şık bir teras barı…
Ifestou 2, Monastraki Square, Atina
+30 210 321 00 06

BABA AU RUM
Burası 2013’te dünyanın en iyi elli barından bir tanesi seçilmiş, gerçekten çok keyifli bir bar…
Klitiou 6, Atina
+30 21 1710 9140

EAT AT MILTON’S
Sabah kahvesi ya da kahvaltı için harika bir kafe, müzik güzel ve kuytuda olmasına rağmen Akropol manzarası bile var.
91, Adrianou str. Plaka, Atina


HYDRA

Otel
MISTRAL
Şık bir butik otel, oldukça merkezi lokasyonda, adanın en iyilerinden...

NEREIDS GUEST HOUSE
Hydra Town’ın biraz yukarılarına doğru konumlanmış, şık bir pansiyon, diğerlerine göre daha uygun fiyatlı, sahibi Kostas çok yardımcı ve misafirperver birisi...
+30 22980 52387

FOUR SEASONS
Yazıda anlattığım Plakea plajında bulunan, çam ve zeytin ağaçları içinde, 6 süit odadan oluşan lüks otel, önünde plaj ve tipik bir taverna var, kalabalıktan ve adanın hareketinden uzak, otelin taksi botuyla da bir o kadar yakın...
Plakes Vlychou, Hydra
+30 22 980 53698

HYDRA ICONS
Merkezde hoş bir butik otel, oldukça yeni...
+30 2298 400010

Restoran/Kafe
PARADOSIAKON
Bana göre adanın en iyi tavernalarından bir tanesi... Mutfak harika, konum merkezi, servis iyi...
+30 22980 54155

IL CASTA
Yazımda anlattığım gibi Napolili bir aileye ait düzgün bir Italyan lokantası... Sahipleri gerçekten çok sıcak ve iyi insanlar...
M:+30 698 927 8503
T: +30 22980 52967

ISALOS CAFE
Adanın ve belki de Yunanistan’ın en iyi kahvaltılarından biri, limanda olduğundan limanın hareketini izleyebilmek için de güzel bir konumu var...

Bar
HYDRONETTA BEACH BAR
Kaçırmamanız gereken bir gün batımı ve gerçekten taze malzemelerle yapılmış lezzetli kokteyller...
T: +30 22980 54160

AMALOUR BAR
Adanın sıcak noktalarından bir tanesi, müziği takip edin Amalour’u bulursunuz.
Tombazi Str, Hydra