29 Mayıs 2015 Cuma

VARANASİ 1 - BAŞKA BİR ZAMANA YOLCULUK

Bildiğiniz her şeyi unutun, zaman makinesine binip, hiç bilmediğimiz bir uygarlığın Orta Çağ’ına gidiyoruz... Dünyada Varanasi’nin insanda uyandırdığı duyguları uyandıran başka bir yer var mı bilmiyorum, ama şunu söylemeliyim ki; Varanasi’yi gezmek ve anlamak için bir gün fazla; iki gün ise az geliyor.
Varanasi gece manzarası

Hindistan’a gitmeye karar verdiğimizde, bu seyahatin bir yerine mutlaka Varanasi’yi sıkıştırmak istemiştim, çünkü nedense Varanasi, Hindistan’da görmek istediğim yerlerin başında geliyordu. Böylece, klasik “altın üçgen” (Delhi, Agra, Jaipur) turunun sonuna Varanasi’yi de eklemiş olduk.

SARNATH
Hava oldukça sıcak ve toprak yollardan Sarnath’a doğru ilerliyoruz. Sarnath Budha’nın ilk kez ders verdiği bölge; burası da Kuzey Hindistan’daki pek çok bölgede olduğu gibi Müslüman akınlarıyla dümdüz edildiğinden, günümüzde bir arkeolojik alan görünümünde... Aynı zamanda da yemyeşil ve dinlendirici bir park; etrafta flört eden genç çiftlerin yanı sıra; dünyanın dört bir yanından gelen Budist hacı grupları göze çarpıyor... Bazı gruplar ağaçların gölgelerindeki yıkıntıların içinde oturmuş; bu gruplara bordo ve turuncu saronglar içindeki Budist rahipler ders veriyor.


Düşünüyorum da; tarih yapanlarla, yıkanlar arasında geçiyor hep... Geriye kalan ne varsa yıkılandan; olan haliyle kabul edip, onu yaşatmaya devam ediyor insanoğlu... Bugün bir çok Budist tapınağında olduğu gibi Sarnath’ta da duvarlara, mal-mülkten vazgeçmenin sembolik bir ifadesi olarak altın folyolar yapıştırılıyor. Bir zamanlar Budha’nın gezdiği bu yerlerde, kalan duvarlara yapıştırılan altın yapraklar her gün doğan güneşle ışıldamaya devam ediyor...
Duvarlara yapıştırılan altın folyolar

İLK ŞOK

Sarnath’tan, Varanasi’ye giden fakir ama sakin köy yolları, birazdan içine gireceğimiz kaos hakkında hiçbir ip ucu vermiyor. 
Bu bölgeye gelince insan tiplerinin ve modanın değiştiğini fark ediyorum. Hindistan’ın bu bölgesinde kadınlar daha esmer tenli, daha çekik gözlü; ayrıca çok daha süslü ve parlak aksesuarlara meraklılar... Racastan’daki sarilerin göz alan renklerinin yerini, Varanasi’de aynı zamanda bölgesel bir el sanatı olan ipek dokumalar alıyor.

Bir süre sonra müthiş bir kalabalığın içinde buluyoruz kendimizi; arabamız zorlukla yol alıyor; arabadan gördüğümüz kadarıyla yolun iki kenarında dolu dizgin bir yaşam sürmekte. Gördüğüm manzaralar daha önce gördüğüm her şeyden daha kaotik, daha pis ve daha kalabalık... Ben “Aa geldik mi?” diye gevelerken, araba tüm bu kaosun orta yerinde duruveriyor ve rehberimiz “hadi” diyor; “Ghatlara araba giremiyor, ve oteliniz ghatta olduğu için yürüyerek ulaşacağız....”. O anda aklımdan geçen tek şey “Annem ve babamın bu pisliğin içinde ne yapacakları”; bu sebeple korkuyla, onlara bakıyorum, ikisinin de yüzündeki “dehşet” ifadesi çok umut verici görünmüyor...
Otelin önünde yaşayan Sadhu
Arabadan iniyoruz, hiç konuşmadan, hepimiz kendi “dehşet”imizle baş başa, otelimizin bulunduğu Shivala ghata doğru, dar sokaklardan yürüyoruz. Karşıdan gelen turuncular içinde bir Sadhu, bu yürüyüşten aklımda kalan bir detay. 
Ganj’ı ilk kez otelin önüne geldiğimizde görüyorum. Ganj’la ilk tanışma anımın, otel kapısının bende yarattığı sığınma hissi nedeniyle gölgelenmiş olması pek gurur duyarak hatırladığım bir duygu değil. Otelimiz Suryauday Haveli  adeta “kızgın çölde bir vaha” gibi, otelin temiz, iddiasız ve çiçeklerle dolu avlusundan geçip, odamıza yerleşince, derin bir nefes alıyoruz... Eskiden bir huzur evi olan otelimiz, şimdi yenilenmiş bir heritage oteli ve Ganj kenarında kalınabilecek en iyi otellerden bir tanesi... Odamızın pencerelerinden dışarı baktığımda, hayatımda ilk defa Ganj’a alıcı gözle bakıyorum... Endişeler yerini sırıtma ve kıkırtılara bırakıyor; zira gerçekten hiçbirimiz bu denli kaotik ve pis bir yer beklemiyorduk; ama hepimiz her şeye rağmen, Varanasi’de geçireceğimiz zamanın unutulmaz bir hatıra olacağından eminiz...
Otele giden sokaktan bir detay

Biraz dinlendikten sonra rehberimizle buluşuyoruz yeniden,  biz otele girerken köşede uyumakta olan keşiş uyanmış, birisiyle sohbet halinde; aynı ara sokaklardan geri yürüyerek arabaya gidiyoruz. Birkaç mahalleli selam veriyor yürürken, ben de onlara “namaste” diyorum, ellerimi çenemin altında birleştirerek... Ana caddenin köşesinde bir adam kokusundan anladığım kadarıyla, şekerli süt kaynatıyor, kaymağını da küçük toprak kaplara doldurup satıyor, önünde uzun bir sıra var, herkes kaymağı bir dikişte mideye indirip, toprak kabı da yerdeki bir çukura fırlatıveriyor... Plastik bardak yerine, toprak kullan-at bardak fikri çok hoşuma gittiyse de, ortamdaki genel pislik bu tezgaha sadece uzaktan bakmamı gerektiriyor...

Arabaya binip, ana caddeden ilerlemeye başlıyoruz, ancak kaos biz ilerledikçe artıyor. Tam “Yok artık...” dediğim bir noktada, çöplerin içinde öylece duran bir grup ineğin yanında arabadan iniyoruz ve bu kez çok daha çılgın bir kaosun içine karışıyoruz. Bir kaç ezilme tehlikesi atlattıktan sonra kendimi rehberimizin koluna yapışmış buluyorum. Havadaki idrar, çöp, yanık, egzoz ve tütsü karışımı koku boğazımı yakıyor. Hinduizm’in içindeki çok değişik inanç gruplarından onlarca, hatta belki de yüzlerce insan yürüyor bu kalabalığın içinde... Mesafe kavramı hiç yok, herkes dip dibe... Varanasi’ye yoga yapıp, kafa dinlemeye?! gelmiş, Batılı “hippie” ler kalabalıkta hemen ayırt ediliyor... Ayrıca ciddi oranda bir Müslüman nüfus da Varanasi’de yaşamakta, onlar da yaşam tarzı olarak aynı kaosu benimsemiş görünüyorlar, sadece kıyafetleri Hindulardan değişik... İnsan ve araç trafiğinin yanı sıra “çöpleyen” inekler, uyuzdan ölmek üzere gibi görünen zavallı gelişmemiş köpekler, bol bol çöp ve hayvan dışkıları da Varanasi kaosunun içinde göze çarpan ayrıntılar... Öyle kaotik bir araba, rikşa, motosiklet ve insan trafiğinin içinde yürüyoruz ki; korna sesinden insan kendi iç sesini duyamaz oluyor. Sanki ruhen sağırım ve kendime soruyorum; “Burada ne yapıyorum? Neden bu kadar insan burada? Ve ben neden özellikle buraya gelmek istedim?”
Varanasi'den sakin bir ara sokak
AARTİ
Ara sokaklardan nehre doğru yürüyoruz. Akşamki ayin öncesinde rengarenk çiçekler ve mumlarla dolu tezgahlar, puja için hazırlanıyor. Köşede bir ağacı süslemiş, altında oturan bir adam var bir takım ayinler yapıyor. Kendisi “Animist” miş, yani şu anda süsleyip, gölgesinde oturduğu ağacın ve doğadaki her şeyin bir ruhu olduğuna inanıyor. Yürüdükçe alıştığımız bu kaos, koku ve pislik; her dakika sizi farklı bir yerden vurarak dehşete düşüren insan manzaralarıyla harmanlanıyor. Bütün gördüklerimizi hafızalarımıza kazıyarak, Varanasi’de bütün aksiyonun merkezi olan ünlü Dashashwamedh ghatına ulaşıyoruz.  

Etrafta birazdan başlayacak Aarti ayininin telaşı ve mahşeri bir kalabalık var... Puja duası için, içinde rengarenk çiçekler üzerinde bir mumun durduğu yaprakları satan onlarca tezgah... Ateşin rengi turuncuya bürünmüş Sadhular, inekler, nehrin üzerindeki teknelerde bekleyen binlerce insan... Kutsal Ganj’ın şifalı sularına inen merdivenler mahşer yeri gibi... Karşımda bir Sadhu duruyor, fotoğrafını çekiyorum. Bana eliyle para işareti yapıyor, param yok, çantamdaki kuru üzümlerden döküyorum avucuna... Teşekkür ediyor...


O sırada ortama aykırı görünen tek şey, merdivenlerden herkesi itip kakarak, hızlı ve kararlı adımlarla inen askerler... Kim olduklarını öğrenemediğim, bir takım “VIP” insanlar için o kalabalığın içinde bir yol açmaya çalışıyorlar... Az sonra bir adam ve bir kadın kendilerine açılan yoldan geçerek, nehrin kenarındaki tören yerinde kendilerine ayrılan VIP locasına geçiyorlar. Bunun gibi bir şeyi burada görmeyi beklemediğimden, oldukça şaşırıyorum. Demek ki diyorum içimden, Hinduizm’de de durum aynı... Parayı veren, düdüğü çalıyor... 

Törenden önce Puja için içi renkli çiçekler ve bir mumla dolu yapraktan yapılma avuç içi kadar bir sandal olarak tarif edebileceğim, minik şamdanlardan alıyoruz... Ve Ganj kenarına inip, iyi dileklerle yanan minik çiçekli sandallarımızı Ganj’a bırakıyoruz. Puja Hinduizm’deki en temel dua çeşidi olarak tanımlanabilir sanırım. Her gün ya da doğum, ölüm, evlilik gibi özel durumlarda da yapılıyor... Pek çok farklı şekilde yapılabiliyor; mesela tapınağa yiyecek sunmak da puja olarak geçiyor. Ancak Ganj kenarında bu mumları yakıp, Ganj’a bırakmak suretiyle yapılması yaygın... Ayrıca gece karanlığında Ganj üzerinde yüzen yüzlerce mumun yarattığı görüntü de muhteşem...
Puja mumları Ganj'a bırakılmadan hemen önce...
Ghattaki kalabalık ve koku vurucu, rehberimiz hemen oradaki bir binayı gösterip, “Adam başı 10 rupi’ye töreni bu binanın terasından izleyebiliriz” diyor... Annem-babamı oraya yerleştirip, aşağı iniyorum, az sonra bütün şehir çan sesleriyle inlemeye başlıyor. Tören alanında kendilerine ayrılan platformlarda beyazlar içinde rahipler beliriyor. Her akşam bu ghatta tekrarlanan, günü uğurlama töreninin ritüellerini tekrar ediyorlar. Ulvi sesiyle ortalığı inleten bir rahip, şarkıya giriyor ve tören uzayıp gidiyor. Binlerce insan huşu içinde bu töreni izliyor... Kalabalığın ve çeşitliliğinin yarattığı etkiyi kelimelerle tarif edebilmek mümkün değil...



SANDAL ÜZERİNDE GANJ’DA BİR GECE
Tören sonrası, ben ghatlarda yürümek istiyorum, rehberimiz, yürümemizi istemiyor olacak ki; konuyu fazla uzatmadan, bize hemen bir sandal ayarlıyor otelimize ulaşmamız için... Bindiğimiz sandalın sahibi Deepak, 15-16 yaşlarında, çok tatlı bir çocuk, ghat’ın önündeki sandal trafiğini küreğiyle ustaca ittirerek aşıyor ve ritmik bir şekilde küreklere asılıyor... Ghat’ın kalabalığından uzaklaşınca her şey biraz daha görkemli, biraz daha etkileyici görünüyor. Çok geçmeden nehrin üzerinde, bir sivrisinek bulutunun içerisinde gittiğimizin farkına varıp, sinek kovar spreylere sarılıyorsak da; bir süre sonra, “sinek kovar” ya da “el dezenfektanı” önemini yitiriyor, yavaş yavaş kendimizi bırakmaya başlıyoruz.... Soluk sarı bir ışıkla aydınlatılmış olan nehir boyunca gördüğümüz manzara başka bir çağa ait sanki... 
Bu arada ateş yanan bir ghattan geçerken, Deepak, “Bakın” diyor, “ölü yakıyorlar”, kafamı çevirdiğimde; nehir kenarında bir ateşin yandığını görüyorum. Ateşin başında, elinde uzun sopa tutan bir adam, “yanan şeye” “çaaat, çaat, çaaat” diye vuruyor. Gördüğüm manzara karşısında hiçbir şey düşünmeden, gördüklerimi anlamaya çalışıyorum. Az ileride karanlıkta bir grup insanın Ganj’a girdiğini görüyorum, meğerse onlar da ölen kişinin akrabalarıymış ve buradan ayrılmadan önce sok kez ibadet ediyorlarmış... Deepak “Hamile kadınları, çocukları ve Sadhu’ları yakmıyorlar” diyor; “Öylece nehre salıyorlar” diye ekliyor. Suratımızdaki dehşet ifadesiyle biraz eğlenerek, “Tabii ki ayağına ağırlık bağlayarak” diyor. Gördüklerimizin ve duyduklarımızın bizde yarattığı karmaşık duygularla, Deepak’ın küçük sandalının içinde, Ganj üzerinde akmaya devam ediyoruz. 

Uzaktan bütün bu gördüklerimize son derece aykırı bir müzik duyulmaya başlıyor; ergenlik zamanlarımın yazlık diskolarına gidiveriyorum bir an; inanması güç ama yaklaştıkça bangır bangır çalan bu şarkı “Aaaare you ready?”... Az sonra bir tapınağın önündeki küçük bir mekanda bu şarkı eşliğinde çılgıncasına dans eden Hintli gençleri görebiliyoruz... Hayatın dünyanın her yerinde devam ettiğini haber veriyor sanki bu manzara bize... Gülümsüyoruz...

Her şeyin algıladığımız kadar olduğu bu dünyada; ölüme bambaşka bir şekilde yaklaşan Hinduları görüp, az da olsa anlama şansını elde ettiğim için mutlu; bir şeyler yeme umuduyla Varanasi’nin en sosyal ghatı; Assi Ghat’ta iniyoruz, Lonely Planet’in tavsiye ettiği tüm yerler, bayram olduğu için kapalı... Açık olan yerler ise oldukça pis göründüğünden, yeniden sandalımıza binip, yemek yemek üzere otelimize dönüyoruz. 

Varanasi’de ilk akşam zor ve çarpıcı... Otelimizin avlusu açık bir yer olmasına rağmen bir tek sivrisinek yok. Yarın sabah kalkış saatimiz 5.30 olduğu için thalilerimizi yedikten sonra dinlenmek üzere odalarımıza çekiliyoruz.

(devam edecek...)


24 Mayıs 2015 Pazar

DELHİ ALIŞVERİŞ REHBERİ

Hindistan öyle bir yer ki, en alışveriş sevmeyen insan bile mutlaka kendine göre bir şeyler bulabiliyor. Her bölgenin birbirinden ilginç el sanatları; rengarenk kumaşlar, kıymetli ya da yarı kıymetli el işi mücevherler, biblolar, mobilyalar, her türlü aksesuarlar aklınızı ister istemez çeliyor.

Eğer kendinize rehberli turlar ayarladıysanız, turların sonunda sürekli kendinizi bir takım turistik mağazalarda, bir şeyler almaya zorlanırken buluyorsunuz. Tur otobüslerinin, rehberlerin ve hatta bazen de taksicilerin sizi götürdüğü, içinde aklınıza gelecek her türlü turistik eşyanın oldukça fahiş fiyatlara satıldığı ve ısrarcılığın dozunu kaçırmaya müsait satıcılarla dolu bu dükkanlarda bir şeyle ilgilenip de sonra almak istemezseniz, çoğu zaman karşınızdaki adamın gözlerinden, o esnada içinden size ettiği küfürleri okuyabiliyorsunuz. Benim stratejim eğer böyle bir dükkana götürüldüysem, taş soğukluğumu takınıp, hızlı bir tur sonrası, buradan çıkmak. Ancak bu gerçek bir yerel el sanatı atölyesiyse ve ben konuyla ilgiliysem durum değişebiliyor. İkisi arasındaki farkı görmek önemli bence...
Uttar Pradesh bölgesinin Tac Mahal'de de görülen en meşhur el sanatı...
Hindistan seyahatimin sonunda, Delhi’yi gezmek için biraz vaktim olacağından, almak istediğim bir çok şeyi Delhi’ye bırakmıştım. Nasıl normalde alışverişlerimizi turistik dükkanlardan yapmıyorsak, vaktimizin olduğu zamanlarda şehirlerin içinde kendimize uygun yerleri bulup, oralardan alışveriş etmenin her zaman en güzeli olduğunu düşünüyorum... Bunun için tek yapmanız gereken biraz araştırma...

Delhi’de gezmek için kesinlikle bir rehbere ihtiyacınız yok, ihtiyacınız olan tek şey nereye gideceğinizi bilmek ve gerektiğinde tüm gün size eşlik edebilecek güvenilir bir taksi şoförü; ki onu da oteliniz sizin için ayarlayabilir. 
Delhi Taksisi
Chadni Chowk gibi yerel pazarları alışveriş etmek için önermiyorum, zira bu pazarlar çok kaotik olduğundan, buralarda yürümek bile çok zorken; alışveriş etmek ciddi bir kararlılık gerektiriyor. Yine de her zaman seçim sizin...

Bu bağlamda Delhi’de sizi oyalanmadan en güzel ve rahat alışverişin kaynağına götürecek adresleri aşağıda paylaşıyorum. Umarım gidip gezme imkanı bulursunuz...

KHAN MARKET: 
Burası nezih dükkanların bir araya toplandığı bir açık hava alışveriş merkezi ya da alışveriş kompleksi olarak tanımlanabilir. Modernize bir çok Hint markasının mağazalarına ev sahipliği yapan Khan Market, hem yüksek standardı, hem de kaotik olmaması açısından rahat bir alışveriş deneyimi sunuyor. Buradaki bütün dükkanlar görülmeye değer ama bence en orijinal olanları; 

FabIndia: Batılı giyim tarzını benimseyen insanlar için Hindistan esintili kıyafet ve aksesuarlar sunan bu harika marka, kozmetikten, baharata; çocuk giysilerinden, takıya kadar son derece geniş bir alanda alternatifler sunuyor. Khan markette bulunan mağazalarını özellikle tavsiye ederim. Çok büyük ve içinde sonsuz ürün varmış gibi duruyor. Bu dükkanda saatler geçirmemek elde değil... Fiyatları gayet makul, pazarlık yok...
www.fabindia.com 

Anokhi: Hindistan’a özgü bir el sanatı olan basma kumaşlardan, muhteşem giysiler ve orjinal ev tekstili malzemeleri yapan Anokhi’nin de muhteşem çocuk kıyafetleri var... Hoş bir dükkan, kumaşların kaliteleri de son derece yüksek... Fiyatlar makul, pazarlık yok...
www.anokhi.com 

Anand Stationers: Burası yazmaya çizmeye meraklı kimseler için bir cennet... Orjinal kırtasiye malzemeleri sunuyor... Fiyatlar makul, pazarlık yok...

Silverline: Gümüş takı ve aksesuarları salim kafayla alabileceğiniz bir yer...

Full Circle Bookstore: İngilizce kitapları rahatlıkla bulabileceğiniz, zengin bir kitapçı...

CENTRAL COTTAGE INDUSTRIES EMPORIUM: 
Eğer Delhi’de vaktiniz az ve sadece bir tek yere gidebilecekseniz Central Cottage Industries Emporium tam size göre bir yer... Bu dev mağaza, kategorilere göre ayrılmış bölümlere sahip olması sebebiyle çok pratik bir alışveriş deneyimi sunuyor. Hindistan’ın dört bir yanından toplanmış, yüksek kaliteli el sanatlarına tek bir adreste ulaşabilmek de büyük bir ayrıcalık... 
Dediğim gibi tek bir yer gezecekseniz burayı kaçırmayın derim, Hindistan’da arayabileceğiniz her şey burada mevcut... Fiyatlar makul, pazarlık yok, ısrar yok...

Adres:
Central Cottage Industries Emporium
Jawahar Vypar Bhawan, Janpath, HC Mathur Lane, New Delhi, 
http://www.cottageemporium.in 

STATE EMPORIUMS: 
Her bölgeye ait standart devlet mağazalarının toplandığı, bu alışveriş kompleksi, hem bölgesel el sanatlarını tanımak; hem de rahatça alışveriş yapabilmek için ideal. El sanatlarını beğendiğiniz bölgenin mağazasına girip, zevkli bir alışveriş yapabilirsiniz... 
Bana göre en güzelleri Rajastan ve Keşmir bölgelerine ait mağazalardı... Pazarlık yok diyorlar, ama aslında neredeyse hepsinde pazarlık mümkün...

Adres:
State Emporiums
Baba Kharak Singh Marg

OXFORD BOOKSTORE: 
İngilizler tarafından yapılan modern Delhi’nin merkezi Connaught meydanının bir köşesinde bulunan ve içerisinde bir de modern çay evi bulunduran, harika bir kitapçı... Hint yazarlarının İngilizce kitapları, Hindistan temalı İngilizce çocuk kitapları, ya da bu seyahatten sonra merak edeceğiniz Hinduizm ya da Budizm gibi inanışlarla ilgili her türlü İngilizce yayını bulabileceğiniz, zengin bir kitap koleksiyonuna sahip, şık bir mekan... Kesinlikle tavsiye ederim.
Ayrıca Oxford Bookstore’un içerisindeki Cha Bar isimli modern çay evinde bir şeyler atıştırabilir ya da ansiklopedi kalınlığındaki çay menüsünden ilginç Hindistan çaylarının tadına varabilirsiniz.
Oxford Bookstore'dan bir görünüm

Adres:
Oxford Bookstore
N 81 Connaught Place
New Delhi
www.oxfordbookstore.com 

MITTAL TEA STORE: 
Hindistan deyince akla ilk gelen şeylerden bir tanesi çay... Sağda solda görüp de almaya cesaret edemediğiniz, Hindistan’ın yüksek kaliteli çaylarını kendi marka güvencesi altında sunan, isteğe göre seçtiğiniz değişik çayları size tattıran keyifli bir dükkan Mittal Tea Store... Aile Darjeling’e yakın bir yerden gelmiş Delhi’ye, anneleri halen başlarında, aile şirketi sıcaklığını da koruyor. Buradan aldığım tüm çaylar ve köriden ciddi anlamda memnun kaldım ve daha fazla almamış olduğum için üzüldüm... Özellikle Masala Chai çok başarılı ve tadım esnasında nasıl hazırlamanız gerektiğini de anlatıyorlar, tavsiye ederim...


Adres:
Mittal Teas
GF-6 New Delhi House
27, Barakhamba Road.
New Delhi
www.mittalteas.com 


22 Mayıs 2015 Cuma

NOSTALJİK BİR KÜBA YOL HİKAYESİ

Şimdi anlatacağım yol hikayesi çoktan tarih oldu bile... Neden mi? Ocak ayında Amerika’nın, Küba ile olan ilişkisini düzeltme kararı almasıyla, Küba’da başlayan değişim rüzgarları, bir fırtınaya dönüşmek üzere de ondan... İmkan bulabilirseniz, Küba herhangi bir Karayip ülkesine dönüşmeden önce gidin görün derim...
 
Trinidad'dan bir sokak manzarası
KÜBA’DA ARABA KİRALAMAK
Havana’da geçirdiğimiz birkaç günün ardından, seyahatin Havana dışındaki ikinci kısmına kiralayacağımız bir arabayla devam etmek niyetindeyiz. Bu sebeple Havana sokakları kazan; biz kepçe kiralık araba arıyoruz. Küba’da öyle dünyaca ünlü araba kiralama şirketleri olmadığından, yerel sistem içinde bu sorunumuzu çözmek durumundayız. Her gittiğimiz yer, bir başka yere yönlendiriyor. En son girdiğimiz yerde yaşlı bir görevli “Saat 5.00’te gelirseniz, size başkasının üzerine rezervasyonlu arabayı günü 85 CUC’a (85 $) veririm” diyor. Araba ne marka diye sorduğumuzda “vu”?! diyor.

Bütün bu saçmalıklar, araba kiralama hayallerimizin yavaş yavaş suya düşmeye başlamasına sebep oluyor ve kös kös otelimize dönüyoruz. Resepsiyondaki görevliye dert yanmaya başlıyoruz, o da diyor ki “Üzülmeyin bizim harika bir arkadaşımız var, kendisinin “yeni” bir Peugeot’su var, o sizi götürebilir”...

RAUL
Ertesi sabah lobiye indiğimizde, bizi bekleyen jilet gibi giyinmiş, asker tıraşlı, iri kıyım adamla tanışıyoruz. İsmi Raul ve kendisi 20 yıl Fidel Castro’nun yakın korumalığını yapmış meğer; hatta bu vesileyle Türkiye’ye bile gelmiş... Bir dizi başarısız pazarlık girişiminden sonra günü 45 CUC’a anlaşıyoruz. Yeni dedikleri Peugeot da aslında 1990’lardan bir model; bize göre eski olsa da, Küba’ya göre oldukça yeni sayılır. Öğlen Raul sivil giysileriyle bizi almaya geliyor ve  700 km’lik yol hikayemiz böylece başlıyor.

HAVANA’DAN VINALES’E KÜBA YOLLARI
Az sonra, trafiğin ortalama 50 km hızla aktığı, rengarenk antika arabalarla dolu ve küçük bir uçağın inebileceği kadar geniş olan otoyola çıkıyoruz. 10 km’de bir yol kenarına çekilmiş, bozuk bir otobüs ya da araba ile karşılaşmak Küba’nın vazgeçilmezi... İlerledikçe Amerika aleyhinde dev propaganda levhaları gözümüzü alıyor. Bir de bizdeki güvercinin yerini; Küba’da akbabalar alıyor sanki... Akbabalar her yerde...
Küba'nın yol kenarı levhalarından
İstikametimiz ülkenin en batı ucunda bulunan Pinar del Rio bölgesinin nispeten daha turistik bir yeri olan Vinales... Pinar del Rio’ya yaklaştıkça manzaralar da daha tarımsal bir hal alıyor. Burası Küba purolarında kullanılan tütünlerin %70’ini sağlayan bölge olması itibariyle Küba’nın ekonomisi açısından da oldukça önemli bir yer... Bu akşamki evimiz UNESCO koruması altındaki, bir doğa harikası olan Vinales vadisine tepeden bakan Hotel Los Jazmines... Tipik bir Vinales evi şeklinde planlanmış bir bungalov olarak tarif edebileceğim, odamızın konumu öyle muhteşem ki; yattığımız yerden vadiyi izleyebiliyoruz. Hatta bize ait verandamızda iki tane sallanan sandalyemiz bile var.
Vadiye bakan küçük bungalovlar
Vinales Vadisi
Akşam üzerine doğru yeniden Raul’le buluşup, önce turistik bir tütün çiftliğine; oradan da odamızdan gördüğümüz “mogotes”lerden birine gidiyoruz. Vadide bulunan ve minik dağları andıran yer şekillerine yerel dilde “mogotes” adı veriliyor; bu mogoteslerin içlerinde sular tarafından şekillendirilmiş, kireç taşından mağaralar ve dereler bulunuyor. Bizim gezdiğimiz Cueva del Indio dışarıdan yemyeşil görünüyor, içeriye girene kadar bir mağara ile karşılaşmayı beklemiyor insan... İçerisi ise çok hoş bir şekilde organize edilmiş; ışıklandırma, basamaklar, içeriden akmakta olan dere üzerinde giden motorlarla her şey büyük bir ahenk içinde işliyor. Motora binince mağaranın arkasında yeşillikler içinde bir yere çıkıyoruz; bizdeki mesire yerinin tropik havalısı olarak tanımlayabileceğim bu yer, bir de kafeye ev sahipliği yapıyor. Kafede bulunabilecek en otantik şey ise özel bir makinede sıkılan taze şeker kamışı suyu ve bu suya isteğe göre karıştırılabilen rom ve misket limonu ile hazırlanan basit kokteyller... Biz de fırsattan istifade plastik bardaklarımızda bu kokteyllerden tadıyoruz.
 
Şeker kamışı suyu böyle sıkılıyor

Küba usulü mola

Akşam yemeği için Raul, vadinin biraz dışında bulunan ve paladar* olarak hizmet veren bir köy evine götürüyor bizi...  Domatesli sos içinde pişirilmiş kuşbaşı ıstakoz, siyah fasulyeli pilav, domates söğüş, yuka (patatese benzeyen ince uzun bir sebze), derin yağda kızartılmış muz ve patates cipslerinden oluşan tipik bir Küba sofrası kuruluyor hemen...
 
Tipik ve oldukça zengin bir Küba evi sofrası
Güzel bir gün batımında yenilen bu tipik yemek sonrasında otelimize dönerek, birer taze puro eşliğinde birazcık da verandamızdaki sallanan koltukların tadını çıkarıyoruz...

VINALES VADİSİ’NDE SABAH
Tipik bir Vinales manzarası
Sabah vadiye doğacak güneşi izlemek üzere 6.00’da kalkıp bahçedeki koltuklara kuruluyoruz, güneş yavaş yavaş puslar içindeki vadiyi altın rengine boyarken sessizce oturup, bu büyülü anı izliyoruz.
 
At sırtında Vinales vadisi
Bugünkü programımız atlarla vadide dolaşmak; bu sebeple kahvaltıdan sonra bize rehberlik edecek olan “Guajiro*”muz Pedro ile tanışmak üzere resepsiyona gidiyoruz. Otelin arkasındaki atlarımızla tanışır tanışmaz, at sırtında vadiye doğru inerken buluyoruz kendimizi... Tabii Pedro çoğunlukla İspanyolca konuştuğu ve benim de sağ-sol koordinasyonum pek olmadığı için birkaç komik an yaşadıysak da, bu at aktivitesi beni fazlasıyla sarıyor. Tütün, patates, ananas, fasulye tarlalarının içinden; mango ve avokado ağaçlarının arasından köylülere selam vererek yavaş yavaş ilerliyoruz. 2 saat kadar vadiyi dolaştıktan sonra, bir tütün çiftliğine konuk oluyoruz. Bizi tütün kurutma evinde misafir ediyorlar. Bizi misafir eden adamın elinde büyük bir pala var, hemen bir tane Hindistan cevizi alıyor ve elindeki palayla tepesini uçuruveriyor; içine biraz rom ve misket limonu koyarak bize bir kokteyl hazırlıyor... Roma su katılmış ama keyfimiz o kadar yerindeki, sadece gülüp geçiyoruz... Bu arada yine dev bıçağı ile keserek hazırladığı taze bir puroyu yakarak hazırlıyor ve Okan’a uzatıyor. Kokteylimizi ve puromuzu içerken bir yandan da tarlada dolaşıp, daha yeni filizlenmiş olan tütünler hakkında İspanyolca bilgi alıyoruz. Okan’ın lisede bir dönem aldığı İspanyolca burada birden kendini gösteriyor, Okan çiftçinin söylediklerini çeviriyor, çevirdikçe de havaya giriyor.
 
Henüz yeni filizlenmiş tütünler
Yaklaşık 45 dakika süren bu ziyaret sonrası, elimde purom, başımda şapkamla atımın üzerindeyim. Ata mı alıştım, yoksa “sulu rom” mu yaradı bilinmez, sağımı solumu artık rahatlıkla bulabilir hale geliyorum.

Müthiş bir popo ağrısı ve yorgunlukla otele döndüğümüzde, birer duş alıp son kez bahçemizin ve sallanan koltuklarımızın tadını çıkarıyoruz. Ve artık Las Terrazas’a doğru yola çıkmak için hazırız.

LAS TERRAZAS, KAHVE ÇİFTLİĞİ, DÜZ KONTAK VE ÇEÇE SİNEKLERİ
Yemyeşil yollar, antika arabalar arasından hoplaya-zıplaya; araba stop ettikçe vurdura-kırdıra; bazen düz kontakla çalıştırarak, “cuban style” yol alıyoruz. İki saate yakın bir yolculuk sonrası orman içinde kurulu bir sanat komünü olan Las Terrazas’a varıyoruz. Las Terrazas’daki otelimiz Moka, Küba’nın en ilginç otellerinden bir tanesi olarak anılıyor. Moka, komünle hemen hemen birleşik; hem şık; hem de ormanla bir bütün gibi görünen, havadar bir eko-otel... Yatak odamızın ve banyomuzun ormanın içine bakan dev pencereleri var. Yatakta yatarken, banyo yaparken ve hatta tuvaletteyken bile gördüğü manzara karşısında neşe doluyor insan...
Hotel Moka'nın lobisinden bir görünüm

Otelin banyosundan bir görünüm
Biraz dinlendikten sonra bu milli parkın içerisinde bulunan birçok eski kahve plantasyonlarından biri olan Cafetal Buenavista’ya gidiyoruz. Burası akşam üzeri güneşinde büyülü görünen, çok şık bir taş ev, antika değirmen ve geniş kahve kurutma teraslarıyla 19. yüzyıldan kalma bir çiftlik... Bahçesinde artık yabani bir hal almış kahveler halen yetişmekte, bir de kahve terasları güneşlenen dev akbabalarla dolu... Bizden başka kimse yok, ortam kafa dinlemek için birebir... 1800’lere kadar kölelerin çalıştırıldığı bu plantasyonlar artık sadece birer turistik atraksiyon malzemesi...
Cafetal Buenavista'nın kahve kurutma teraslarından bir görünüm
Teraslarda güneşlenen akbabalar...
Gezimiz bitip de, arabamıza bindiğimizde, Raul’un deyimiyle “Piyu”muz, bu kez bizi hayal kırıklığına uğratıyor ve düz kontakla bile çalışmıyor. Bu arada kafe kapanıyor, personel gidiyor, ama neyse ki bir bekçi geliyor yanımıza, hep beraber arabanın başında dikilmiş, neden çalışmadığını anlamaya çalışıyoruz. Bu arada gün batımıyla birlikte korkunç bir sivrisinek saldırısı başlıyor. Bizim ısrarla sivrisinek dediğimiz bu küçük dev hayvanlara Raul “no mosquito, “hehe”” deyip duruyor... Otele döndüğümüzde anlamsızca bastıran uykunun nedenini anlamaya çalışırken “hehe”nin, uyku yapması ile ünlü çeçe sineğinin İspanyolcası olabileceği geliyor aklımıza...

Neyse kahve plantasyonuna dönersek, sonuç olarak araba çalışmıyor ve bekçi bize arkadaşlarını bulup ve bizi onların kamyonetiyle otelimize gönderiyor. Bizi bıraktıktan sonra bir tamirci bularak, plantasyona geri dönüp, umuyoruz ki bizim emektar “Piyu”yu yürür hale getirecekler.

Küba’da bir çok yerde olduğu gibi Moka’da da akşam yemeği ve kahvaltı oldukça vasat ama akşam yemeğine harika bir Küba müziği eşlik ettiğinden, lezzet açığı fazlasıyla kapanıyor.

1968’DEN BİR YEŞİL DÖNÜŞÜM HİKAYESİ; LAS TERRAZAS
1968 yılında Fidel Castro’nun, kolonyalistler tarafından ciddi şekilde doğası tahrip edilmiş olan Sierra del Rosario bölgesinde bir “yeşil devrim” yapılmasını istemesi üzerine; mimar Osmany Cienfuegos önderliğinde bir yeşillendirme ve mimari proje hazırlanıyor. Bölgede çok kötü koşullarda yaşayan insanlar, bu projede görev alıyor ve böylece kendi koşullarını iyileştirme şansını da yakalamış oluyorlar. Proje kapsamında kahve plantasyonları tarafından neredeyse tamamen tahrip edilmiş ve yoğun bir şekilde erozyona uğramış olan  bölgeye 1360 km’lik teraslama  yapılarak milyonlarca ağaç dikiliyor. Zaten bölgenin adı da bu teraslardan gelmekte... Ormanın içine de mimari proje kapsamında ormanla bütünleşecek evler yapılıyor. Bu evlerde bugün çoğu sanatçı 1000-1200 kişi yaşıyor. 1991’de Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra Küba’nın girdiği karanlık dönem esnasında Küba’nın ilk ekolojik oteli olarak tanımlanabilecek Moka otelin yapılması ve 1994’te ülkenin turizme açılmasından sonra Las Terrazas, en büyük gelirini turizmden elde etmeye başlamış.
 
Uzaktan Las Terrazas
Ormanda yürümek, komünü gezmek, sanatçıların atölyelerini ziyaret etmek için uzun yürümeli bir aktivite ararken, bugüne kadar içten içe hep “dalga geçtiğim” bir aktivite olan kuş gözlemleme için rezervasyon yaptırırken buluyorum kendimi... Sabah kuş gözlemleme uzmanı olan rehberimiz Gustav’la lobide buluşuyoruz ve ormanın içine dalıyoruz. İlk saniyede odamızdan da görünen palmiyeleri delmekle meşgul göz alıcı renkli ağaçkakanları görüyoruz. Komünün içinden geçerek ormanın derinliklerine daldıkça bir sürü değişik kuş ve bitkiyle tanışıyoruz. Rehberimiz kuşların seslerini uzaktan duydukça, aynı sesleri taklit ederek, kuşları yanına çağırıyor.
 
Kübalı bir ağaçkakan
Bu bağlamda turun sonuna doğru, Gustav birden büyük bir heyecanla ötmeye başlıyor... O öttükçe kuşun da ormanın derinliklerinden verdiği cevapları duyabiliyoruz. Oldukça tuhaf görünen bu durum yaklaşık 10 dakika sürüyor ama kuş yakına gelmiyor bir türlü... 10 dakikanın sonunda sinirlerimiz bozulmaya başlıyor; Gustav’ı “önemli değil, görmesek de olur” diyerek ikna etmeye çalışıyoruz. Sonunda anlıyoruz ki; Küba bayrağı renklerindeki tüyleriyle, Küba’nın simgesi olan, Küba tragonu olarak da bilinen, Trocororo kuşunu bize göstermek, Gustav için işini iyi yapmanın önemli bir kriteri... Zira herkes gibi bir devlet çalışanı olan Gustav, turun sonunda bize bir değerlendirme formu uzatıyor ve orada ona vereceğimiz her puanı hak etmesi gerektiğine inanıyor; komünist düzen böyle... Eleştirilecek birçok tarafı olabilir ama eğitim sistemi ve insanlara edindirdiği mesleğe yaklaşım kültürü mükemmele yakın bence...

Yürüyüşün sonunda birkaç sanatçı evine konuk olup, eserlerine bakıyoruz. Bu evlerde oldukça hoş parçalarla karşılaşmak mümkün... Tabloların yanı sıra ahşaptan ve kullanılmayan ambalaj malzemeleri gibi şeylerden geri dönüşüm fikri ile yaratılmış orijinal biblolar dikkat çekiyor.

Las Terrazas’ın meşhur kafesi Cafe de Maria’da Gustav’a zorla ısmarladığımız bir fincan kahve eşliğinde biraz sohbet ettikten sonra vedalaşıp, yeni maceramız için hazırlanmak üzere otelimize dönüyoruz.

TRINİDAD’A DOĞRU
Orman yürüyüşü sonrasında biraz dinlenip, yeniden yollara dökülüyoruz; Trinidad’a kadar uzun mu uzun bir yol bizi bekliyor. Raul yolu pek bilmiyor gibi görünüyor ve “is possible 5 hours” diyor. Göreceğiz!? Yine antika arabalar eşliğinde otoyolda dümdüz gidiyoruz. Cienfuegos’a kadar tabelalardan anladığım kadarıyla her şey iyi gidiyor ama sonrasında sağdaki “Trinidad 144 km” okunu kaçırmamızla kabus başlıyor. “Raggaton” adı verilen kötü bir müzik eşliğinde, dar köy yollarından gidiyoruz, bu arada karanlık ve yağmur da bastırıyor. Yolda gördüğümüz herkese “Hola amigo.....” diye başlayan cümleler kurup, yol soruyoruz; yol sormak için her durduğumuzda araba stop ediyor. Raul “magic” deyip, gülümseyerek, yolun ortasında arabadan iniyor; düz kontak ile arabayı çalıştırıyor ama yine stop ediyor, bu sefer biz elimizle debriyaja basıyoruz ve bu böyle uzayıp gidiyor.
Ara yollardan bir görünüm
Saat 8.00 civarında yağmur eşliğinde Trinidad’a giriyoruz. Şehre girmemizle beraber evinde işlettiği otel ya da restoranını pazarlamak isteyen onlarca insan arabanın önüne ve üstüne atlamaya başlıyor. Bu durum biraz daha gerilmemize yol açıyor. İşin kötüsü burada herhangi bir yer ayırtmamış olduğumuz için bu akşam kalacak bir yer bulmamız gerekiyor. Raul “benim bir arkadaşım var” diyerek, arabadan iniyor ve tuhaf bir kadınla geri geliyor... Sonra hemen oradaki bir odayı bize “colonial, very nice” falan diyerek kaktırıyorlar.

TRINIDAD’A AŞIK OLDUĞUM AN
Trinidad oldukça fakir bir şehir, Havana’nın makyajlı olduğunu düşünürsek; Trinidad için “gerçek Küba” demek yerinde olacaktır. Diğer bir ayrıntı ise Trinidad’da otel ya da restoran bulunmuyor; buna karşın neredeyse her ev Paladar* veya Casa Particular*... İnsanların tek umudu turistlere bu oda ve restoranlarını satmak, bunun için de bazen çok agresifçe uğraşabiliyorlar. İlk başta korkutucu ve can sıkıcı görünen bu durum, nedenlerini anlayınca yönetilebiliyor.
 
Trinidad sokakları
Yağmur, gece ve yolun yarattığı stresi henüz üzerimizden atmayı başaramamış şekilde Trinidad sokaklarında yürüyoruz. Sokaklarda agresif ev sahiplerinden başka bir şey görmediğimizden, “acaba hata mı ettik buraya gelerek” diye düşünürken, köşeyi dönünce Plaza Mayor yönünden gelen harika melodilere kulak veriyoruz. Melodilere doğru yürüyünce merdivenlerle çıkılan meydanda bulunan Casa de la Musica’ya varıyoruz. Ve işte bütün Trinidad burada rom içip, çılgınca dans ediyor. Arada hafifçe atıştıran yağmura aldırmadan muhteşem müzik eşliğinde turisti yerlisi bir olmuş dans ediyorlar... Bu manzarayı görünce az önceki stresten eser kalmıyor ve biz de hemen birer Mojito söyleyip, bu harika kalabalığa karışıyoruz.

TRINIDAD’DA BİR GÜN
Sabah Casa Particular’ımızın naylon çarşafları üzerinde uyandığımızda kendimize yeni bir ev bulmaya kararlıyız. Bu amaçla kahvaltıdan sonra Lonely Planet’in tavsiye ettiği çok hoş bir eve ulaşıyoruz, ancak maalesef dolu olduğunu öğreniyoruz.  Neyse ki buradaki karizmatik ev sahibinin tavsiye ettiği bir başka evde yer buluyoruz... Yeni evimizde öyle herhangi bir lüks yok, tipik bir Küba evi ama diğerine göre çok daha düzgün ve temiz görünüyor ve ev sahiplerimiz çok tatlı insanlar... Evde iki köpek, bir de iguana bulunuyor... Köpeklerle, iguana arasındaki kıskançlık krizlerini izlemek oldukça ilginç...
 
Trinidad sokakları
Yeni evimize yerleştikten sonra Trinidad’ı keşfe çıkıyoruz. Dünkü yağmur sonrasında hava oldukça sıcak ve sürekli açıp kapıyor. İlk fark ettiğimiz şey, Trinidad’ın yürüdükçe ve içinde kayboldukça daha çok sevilebilecek bir yer olduğu... Ve ikincisi ise; Trinidad’ın kocaman yürekli, içten insanlarla dolu bir şehir olduğu... Bir hediyelik eşya dükkanına giriyoruz, sahibi boynumuza birer kolye geçirip, “benden size bir hatıra” diyor. Yüzümüzde kocaman gülümsemelerle yürümeye devam ediyoruz. Bir CD dükkanını karıştırıyoruz, kasadaki kadınlara gidip, “şöyle melodisi olan bir şarkı arıyorum” deyip, melodiyi mırıldanıyorum. Kadınlar birden CD’lerin jelatinlerini açıp, bir bir CD çalara takıp, çalmaya başlıyorlar. Şarkıları geçerken de; bu mu? Diye soruyorlar... Açılan CD’leri görünce paniğe kapılıp, “açmayın almayabiliriz” diyoruz. Onlar da “almasanız da olur” diyerek devam ediyorlar. Sonuç olarak 2 saate yakın bir zamanı bu dükkanda aslen bir tarih profesörü olan Sonja ve Suleika ile kah dans ederek, kah şarkı söyleyerek; bazen de şarkıların ve şarkıcıların hikayelerini dinleyerek geçiriyoruz. Hayatımızın en zevkli alışverişlerinden birini bu dükkandan yapıyoruz. Ayrılırken de sarılıp, öpüşüyoruz ve gözlerimiz dolarak vedalaşıyoruz. Sonja bir tarih profesörü ama üniversitede ders vermek para getirmediğinden bu CD dükkanında çalışıyor. İşte bu da komünizmin talihsizliği, mükemmel insanlar yetiştirip, onlara hak ettikleri karşılığı veremiyor olmak.
CD dükkanı ve Sonja
Bu güzel kadınları tanımış olmaktan mutlu, birkaç resim galerisi ziyaret ediyoruz. Bir tanesinde Duglis isimli güzel bir gülümseyişi olan ressam bizi içeri davet ediyor, içeride birbirinden farklı tarzlarda bir çok tabloyu beğeniyoruz ve sonunda bir tanesini alıyoruz... Bir tanesinde de aklımız kalıyor, bakalım kader bizi yeniden bu dükkana getirecek mi?
 
Plaza Mayor Merdivenleri
Günün en acılı anı, öğlen saatlerinde La Palenque Congo Real isimli ritmin ve Trinidad’ın önemli kulüplerinden birinde Alman bir turist grubuna verilmeye çalışılan dans dersine denk gelmemizle yaşanıyor. Zavallı Alman turistlerin sahnede kıvrak hareketlerle olan sınavı bizi bayağı eğlendiriyor.


Öğleden sonra denize girmek üzere Playa Ancon’a gidiyoruz. Aylardan kasım ve Küba’da kış olduğu için bomboş, beyaz kumlu bir plajdan Atlantik’te yüzme deneyimini yaşamış oluyoruz böylece...

Günün ilk içkisi için, Trinidad’da herkesin yaptığı gibi müziğin geldiği yöne yürüyoruz. 18.00 gibi herkes Trinidad’a özel bir kokteyl olan; La Cancanchara* içmek üzere, güzel Latin cazı çalan meşhur bar; Cancanchara’ya geliyor. Akşam La Palenque Congo Reales’de Afro-Cuba müziğinin ritimleriyle devam ediyor. Gece yarısı gibi ise Casa de la Musica ve Casa de la Trova sabaha kadar dans, müzik ve mojito arayanlara muhteşem bir gece vadediyorlar. Bütün şehir adeta bu dört mekan arasında ahenkle akıp giderken, Trinidad’daki yerli ya da turist herkes aynı içkiyi, aynı müziği, aynı dansı paylaşıyor.

Casa de la Trova'nın Barı
RAUL’E VE “PİYU”’YA VEDA
Sabah zar zor uyanıp, ev sahibemizin, bize çatı terasında sunduğu lezzetli kahvaltı sonrasında, ev halkıyla vedalaşıp, Havana’ya doğru, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yola koyuluyoruz. Arabanın stop etmesi ya da her seferinde Raul’un küçük kablosuyla inip, arabaya düz kontak yaptırmasına alışık ve hatta bunu özleyeceğimizi bilerek Havana’ya varıyoruz.

Raul’le vedalaşırken, gözlerinde Küba’nın dünyaya açılacağı günlerin özlemiyle, “belki yine görüşürüz” diyor; “O günler geldiğinde, umarım hep böyle güzel kalırsınız” diyoruz ve bu üç unutulmaz günün hatırası olarak kendisine yanımızda getirdiğimiz “İstanbul” t-shirtini armağan ediyoruz...


MİNİ SÖZLÜK:
*Guajiro: Küba köylülerine verilen genel ad
*Paladar: 1994’te Küba turizme açıldıktan sonra oluşturulan sisteme göre, Kübalıların evlerinin içinde kurdukları ve kanuna göre 12 kişilik kapasiteyi geçmemesi gereken; ancak pratikte çok daha fazla kişi ağırlayan restoranlara verilen isim...
*Casa Particular: Yine Küba turizme açıldığında ortaya çıkan evlerin içindeki fazla odaların turistlere kiralanması esasına dayanan sistem
*La Cancanchara: Rom, bal ve misket limonu suyu ile hazırlanan ve toprak bir kapta servis edilen, Trinidad’a özel bir kokteyl