Şimdi anlatacağım yol hikayesi çoktan tarih
oldu bile... Neden mi? Ocak ayında Amerika’nın, Küba ile olan ilişkisini
düzeltme kararı almasıyla, Küba’da başlayan değişim rüzgarları, bir fırtınaya
dönüşmek üzere de ondan... İmkan bulabilirseniz, Küba herhangi bir Karayip
ülkesine dönüşmeden önce gidin görün derim...
|
Trinidad'dan bir sokak manzarası |
KÜBA’DA
ARABA KİRALAMAK
Havana’da geçirdiğimiz birkaç günün ardından,
seyahatin Havana dışındaki ikinci kısmına kiralayacağımız bir arabayla devam
etmek niyetindeyiz. Bu sebeple Havana sokakları kazan; biz kepçe kiralık araba
arıyoruz. Küba’da öyle dünyaca ünlü araba kiralama şirketleri olmadığından,
yerel sistem içinde bu sorunumuzu çözmek durumundayız. Her gittiğimiz yer, bir
başka yere yönlendiriyor. En son girdiğimiz yerde yaşlı bir görevli “Saat
5.00’te gelirseniz, size başkasının üzerine rezervasyonlu arabayı günü 85 CUC’a
(85 $) veririm” diyor. Araba ne marka diye sorduğumuzda “vu”?! diyor.
Bütün bu saçmalıklar, araba kiralama
hayallerimizin yavaş yavaş suya düşmeye başlamasına sebep oluyor ve kös kös
otelimize dönüyoruz. Resepsiyondaki görevliye dert yanmaya başlıyoruz, o da
diyor ki “Üzülmeyin bizim harika bir arkadaşımız var, kendisinin “yeni” bir Peugeot’su
var, o sizi götürebilir”...
RAUL
Ertesi sabah lobiye indiğimizde, bizi bekleyen
jilet gibi giyinmiş, asker tıraşlı, iri kıyım adamla tanışıyoruz. İsmi Raul ve
kendisi 20 yıl Fidel Castro’nun yakın korumalığını yapmış meğer; hatta bu
vesileyle Türkiye’ye bile gelmiş... Bir dizi başarısız pazarlık girişiminden
sonra günü 45 CUC’a anlaşıyoruz. Yeni dedikleri Peugeot da aslında 1990’lardan
bir model; bize göre eski olsa da, Küba’ya göre oldukça yeni sayılır. Öğlen
Raul sivil giysileriyle bizi almaya geliyor ve
700 km’lik yol hikayemiz böylece başlıyor.
HAVANA’DAN
VINALES’E KÜBA YOLLARI
Az sonra, trafiğin ortalama 50 km hızla
aktığı, rengarenk antika arabalarla dolu ve küçük bir uçağın inebileceği kadar
geniş olan otoyola çıkıyoruz. 10 km’de bir yol kenarına çekilmiş, bozuk bir
otobüs ya da araba ile karşılaşmak Küba’nın vazgeçilmezi... İlerledikçe Amerika
aleyhinde dev propaganda levhaları gözümüzü alıyor. Bir de bizdeki güvercinin
yerini; Küba’da akbabalar alıyor sanki... Akbabalar her yerde...
|
Küba'nın yol kenarı levhalarından |
İstikametimiz ülkenin en batı ucunda bulunan Pinar
del Rio bölgesinin nispeten daha turistik bir yeri olan Vinales... Pinar del
Rio’ya yaklaştıkça manzaralar da daha tarımsal bir hal alıyor. Burası Küba purolarında
kullanılan tütünlerin %70’ini sağlayan bölge olması itibariyle Küba’nın
ekonomisi açısından da oldukça önemli bir yer... Bu akşamki evimiz UNESCO
koruması altındaki, bir doğa harikası olan Vinales vadisine tepeden bakan Hotel
Los Jazmines... Tipik bir Vinales evi şeklinde planlanmış bir bungalov olarak
tarif edebileceğim, odamızın konumu öyle muhteşem ki; yattığımız yerden vadiyi
izleyebiliyoruz. Hatta bize ait verandamızda iki tane sallanan sandalyemiz bile
var.
|
Vadiye bakan küçük bungalovlar |
|
Vinales Vadisi |
Akşam üzerine doğru yeniden Raul’le buluşup,
önce turistik bir tütün çiftliğine; oradan da odamızdan gördüğümüz “mogotes”lerden
birine gidiyoruz. Vadide bulunan ve minik dağları andıran yer şekillerine yerel
dilde “mogotes” adı veriliyor; bu mogoteslerin içlerinde sular tarafından
şekillendirilmiş, kireç taşından mağaralar ve dereler bulunuyor. Bizim
gezdiğimiz Cueva del Indio dışarıdan yemyeşil görünüyor, içeriye girene kadar bir
mağara ile karşılaşmayı beklemiyor insan... İçerisi ise çok hoş bir şekilde
organize edilmiş; ışıklandırma, basamaklar, içeriden akmakta olan dere üzerinde
giden motorlarla her şey büyük bir ahenk içinde işliyor. Motora binince
mağaranın arkasında yeşillikler içinde bir yere çıkıyoruz; bizdeki mesire
yerinin tropik havalısı olarak tanımlayabileceğim bu yer, bir de kafeye ev
sahipliği yapıyor. Kafede bulunabilecek en otantik şey ise özel bir makinede
sıkılan taze şeker kamışı suyu ve bu suya isteğe göre karıştırılabilen rom ve
misket limonu ile hazırlanan basit kokteyller... Biz de fırsattan istifade
plastik bardaklarımızda bu kokteyllerden tadıyoruz.
|
Şeker kamışı suyu böyle sıkılıyor |
|
Küba usulü mola |
Akşam yemeği için Raul, vadinin biraz dışında
bulunan ve paladar* olarak hizmet veren bir köy evine götürüyor bizi... Domatesli sos içinde pişirilmiş kuşbaşı
ıstakoz, siyah fasulyeli pilav, domates söğüş, yuka (patatese benzeyen ince
uzun bir sebze), derin yağda kızartılmış muz ve patates cipslerinden oluşan
tipik bir Küba sofrası kuruluyor hemen...
|
Tipik ve oldukça zengin bir Küba evi sofrası |
Güzel bir gün batımında yenilen bu tipik yemek
sonrasında otelimize dönerek, birer taze puro eşliğinde birazcık da verandamızdaki
sallanan koltukların tadını çıkarıyoruz...
VINALES
VADİSİ’NDE SABAH
|
Tipik bir Vinales manzarası |
Sabah vadiye doğacak güneşi izlemek üzere
6.00’da kalkıp bahçedeki koltuklara kuruluyoruz, güneş yavaş yavaş puslar
içindeki vadiyi altın rengine boyarken sessizce oturup, bu büyülü anı izliyoruz.
|
At sırtında Vinales vadisi |
Bugünkü programımız atlarla vadide dolaşmak;
bu sebeple kahvaltıdan sonra bize rehberlik edecek olan “Guajiro*”muz Pedro ile
tanışmak üzere resepsiyona gidiyoruz. Otelin arkasındaki atlarımızla tanışır
tanışmaz, at sırtında vadiye doğru inerken buluyoruz kendimizi... Tabii Pedro
çoğunlukla İspanyolca konuştuğu ve benim de sağ-sol koordinasyonum pek olmadığı
için birkaç komik an yaşadıysak da, bu at aktivitesi beni fazlasıyla sarıyor.
Tütün, patates, ananas, fasulye tarlalarının içinden; mango ve avokado
ağaçlarının arasından köylülere selam vererek yavaş yavaş ilerliyoruz. 2 saat
kadar vadiyi dolaştıktan sonra, bir tütün çiftliğine konuk oluyoruz. Bizi tütün
kurutma evinde misafir ediyorlar. Bizi misafir eden adamın elinde büyük bir
pala var, hemen bir tane Hindistan cevizi alıyor ve elindeki palayla tepesini
uçuruveriyor; içine biraz rom ve misket limonu koyarak bize bir kokteyl
hazırlıyor... Roma su katılmış ama keyfimiz o kadar yerindeki, sadece gülüp
geçiyoruz... Bu arada yine dev bıçağı ile keserek hazırladığı taze bir puroyu
yakarak hazırlıyor ve Okan’a uzatıyor. Kokteylimizi ve puromuzu içerken bir
yandan da tarlada dolaşıp, daha yeni filizlenmiş olan tütünler hakkında
İspanyolca bilgi alıyoruz. Okan’ın lisede bir dönem aldığı İspanyolca burada
birden kendini gösteriyor, Okan çiftçinin söylediklerini çeviriyor, çevirdikçe
de havaya giriyor.
|
Henüz yeni filizlenmiş tütünler |
Yaklaşık 45 dakika süren bu ziyaret sonrası,
elimde purom, başımda şapkamla atımın üzerindeyim. Ata mı alıştım, yoksa “sulu rom”
mu yaradı bilinmez, sağımı solumu artık rahatlıkla bulabilir hale geliyorum.
Müthiş bir popo ağrısı ve yorgunlukla otele
döndüğümüzde, birer duş alıp son kez bahçemizin ve sallanan koltuklarımızın
tadını çıkarıyoruz. Ve artık Las Terrazas’a doğru yola çıkmak için hazırız.
LAS TERRAZAS,
KAHVE ÇİFTLİĞİ, DÜZ KONTAK VE ÇEÇE SİNEKLERİ
Yemyeşil yollar, antika arabalar arasından
hoplaya-zıplaya; araba stop ettikçe vurdura-kırdıra; bazen düz kontakla
çalıştırarak, “cuban style” yol alıyoruz. İki saate yakın bir yolculuk sonrası orman
içinde kurulu bir sanat komünü olan Las Terrazas’a varıyoruz. Las Terrazas’daki
otelimiz Moka, Küba’nın en ilginç otellerinden bir tanesi olarak anılıyor. Moka,
komünle hemen hemen birleşik; hem şık; hem de ormanla bir bütün gibi görünen,
havadar bir eko-otel... Yatak odamızın ve banyomuzun ormanın içine bakan dev
pencereleri var. Yatakta yatarken, banyo yaparken ve hatta tuvaletteyken bile gördüğü
manzara karşısında neşe doluyor insan...
|
Hotel Moka'nın lobisinden bir görünüm |
|
Otelin banyosundan bir görünüm |
Biraz dinlendikten sonra bu milli parkın
içerisinde bulunan birçok eski kahve plantasyonlarından biri olan Cafetal
Buenavista’ya gidiyoruz. Burası akşam üzeri güneşinde büyülü görünen, çok şık
bir taş ev, antika değirmen ve geniş kahve kurutma teraslarıyla 19. yüzyıldan kalma
bir çiftlik... Bahçesinde artık yabani bir hal almış kahveler halen yetişmekte,
bir de kahve terasları güneşlenen dev akbabalarla dolu... Bizden başka kimse
yok, ortam kafa dinlemek için birebir... 1800’lere kadar kölelerin
çalıştırıldığı bu plantasyonlar artık sadece birer turistik atraksiyon
malzemesi...
|
Cafetal Buenavista'nın kahve kurutma teraslarından bir görünüm |
|
Teraslarda güneşlenen akbabalar... |
Gezimiz bitip de, arabamıza bindiğimizde,
Raul’un deyimiyle “Piyu”muz, bu kez bizi hayal kırıklığına uğratıyor ve düz
kontakla bile çalışmıyor. Bu arada kafe kapanıyor, personel gidiyor, ama neyse
ki bir bekçi geliyor yanımıza, hep beraber arabanın başında dikilmiş, neden
çalışmadığını anlamaya çalışıyoruz. Bu arada gün batımıyla birlikte korkunç bir
sivrisinek saldırısı başlıyor. Bizim ısrarla sivrisinek dediğimiz bu küçük dev
hayvanlara Raul “no mosquito, “hehe”” deyip duruyor... Otele döndüğümüzde
anlamsızca bastıran uykunun nedenini anlamaya çalışırken “hehe”nin, uyku
yapması ile ünlü çeçe sineğinin İspanyolcası olabileceği geliyor aklımıza...
Neyse kahve plantasyonuna dönersek, sonuç
olarak araba çalışmıyor ve bekçi bize arkadaşlarını bulup ve bizi onların
kamyonetiyle otelimize gönderiyor. Bizi bıraktıktan sonra bir tamirci bularak,
plantasyona geri dönüp, umuyoruz ki bizim emektar “Piyu”yu yürür hale
getirecekler.
Küba’da bir çok yerde olduğu gibi Moka’da da akşam
yemeği ve kahvaltı oldukça vasat ama akşam yemeğine harika bir Küba müziği
eşlik ettiğinden, lezzet açığı fazlasıyla kapanıyor.
1968’DEN
BİR YEŞİL DÖNÜŞÜM HİKAYESİ; LAS TERRAZAS
1968 yılında Fidel Castro’nun, kolonyalistler
tarafından ciddi şekilde doğası tahrip edilmiş olan Sierra del Rosario
bölgesinde bir “yeşil devrim” yapılmasını istemesi üzerine; mimar Osmany
Cienfuegos önderliğinde bir yeşillendirme ve mimari proje hazırlanıyor. Bölgede
çok kötü koşullarda yaşayan insanlar, bu projede görev alıyor ve böylece kendi
koşullarını iyileştirme şansını da yakalamış oluyorlar. Proje kapsamında kahve
plantasyonları tarafından neredeyse tamamen tahrip edilmiş ve yoğun bir şekilde
erozyona uğramış olan bölgeye 1360
km’lik teraslama yapılarak milyonlarca
ağaç dikiliyor. Zaten bölgenin adı da bu teraslardan gelmekte... Ormanın içine
de mimari proje kapsamında ormanla bütünleşecek evler yapılıyor. Bu evlerde bugün
çoğu sanatçı 1000-1200 kişi yaşıyor. 1991’de Sovyet Rusya’nın yıkılmasından
sonra Küba’nın girdiği karanlık dönem esnasında Küba’nın ilk ekolojik oteli
olarak tanımlanabilecek Moka otelin yapılması ve 1994’te ülkenin turizme açılmasından
sonra Las Terrazas, en büyük gelirini turizmden elde etmeye başlamış.
|
Uzaktan Las Terrazas |
Ormanda yürümek, komünü gezmek, sanatçıların
atölyelerini ziyaret etmek için uzun yürümeli bir aktivite ararken, bugüne
kadar içten içe hep “dalga geçtiğim” bir aktivite olan kuş gözlemleme için
rezervasyon yaptırırken buluyorum kendimi... Sabah kuş gözlemleme uzmanı olan
rehberimiz Gustav’la lobide buluşuyoruz ve ormanın içine dalıyoruz. İlk
saniyede odamızdan da görünen palmiyeleri delmekle meşgul göz alıcı renkli
ağaçkakanları görüyoruz. Komünün içinden geçerek ormanın derinliklerine
daldıkça bir sürü değişik kuş ve bitkiyle tanışıyoruz. Rehberimiz kuşların
seslerini uzaktan duydukça, aynı sesleri taklit ederek, kuşları yanına
çağırıyor.
|
Kübalı bir ağaçkakan |
Bu bağlamda turun sonuna doğru, Gustav birden
büyük bir heyecanla ötmeye başlıyor... O öttükçe kuşun da ormanın
derinliklerinden verdiği cevapları duyabiliyoruz. Oldukça tuhaf görünen bu
durum yaklaşık 10 dakika sürüyor ama kuş yakına gelmiyor bir türlü... 10
dakikanın sonunda sinirlerimiz bozulmaya başlıyor; Gustav’ı “önemli değil,
görmesek de olur” diyerek ikna etmeye çalışıyoruz. Sonunda anlıyoruz ki; Küba
bayrağı renklerindeki tüyleriyle, Küba’nın simgesi olan, Küba tragonu olarak da
bilinen, Trocororo kuşunu bize göstermek, Gustav için işini iyi yapmanın önemli
bir kriteri... Zira herkes gibi bir devlet çalışanı olan Gustav, turun sonunda
bize bir değerlendirme formu uzatıyor ve orada ona vereceğimiz her puanı hak
etmesi gerektiğine inanıyor; komünist düzen böyle... Eleştirilecek birçok tarafı
olabilir ama eğitim sistemi ve insanlara edindirdiği mesleğe yaklaşım kültürü
mükemmele yakın bence...
Yürüyüşün sonunda birkaç sanatçı evine konuk
olup, eserlerine bakıyoruz. Bu evlerde oldukça hoş parçalarla karşılaşmak
mümkün... Tabloların yanı sıra ahşaptan ve kullanılmayan ambalaj malzemeleri
gibi şeylerden geri dönüşüm fikri ile yaratılmış orijinal biblolar dikkat
çekiyor.
Las Terrazas’ın meşhur kafesi Cafe de Maria’da
Gustav’a zorla ısmarladığımız bir fincan kahve eşliğinde biraz sohbet ettikten
sonra vedalaşıp, yeni maceramız için hazırlanmak üzere otelimize dönüyoruz.
TRINİDAD’A
DOĞRU
Orman yürüyüşü sonrasında biraz dinlenip,
yeniden yollara dökülüyoruz; Trinidad’a kadar uzun mu uzun bir yol bizi
bekliyor. Raul yolu pek bilmiyor gibi görünüyor ve “is possible 5 hours” diyor.
Göreceğiz!? Yine antika arabalar eşliğinde otoyolda dümdüz gidiyoruz. Cienfuegos’a
kadar tabelalardan anladığım kadarıyla her şey iyi gidiyor ama sonrasında
sağdaki “Trinidad 144 km” okunu kaçırmamızla kabus başlıyor. “Raggaton” adı
verilen kötü bir müzik eşliğinde, dar köy yollarından gidiyoruz, bu arada
karanlık ve yağmur da bastırıyor. Yolda gördüğümüz herkese “Hola amigo.....”
diye başlayan cümleler kurup, yol soruyoruz; yol sormak için her durduğumuzda
araba stop ediyor. Raul “magic” deyip, gülümseyerek, yolun ortasında arabadan
iniyor; düz kontak ile arabayı çalıştırıyor ama yine stop ediyor, bu sefer biz
elimizle debriyaja basıyoruz ve bu böyle uzayıp gidiyor.
|
Ara yollardan bir görünüm |
Saat 8.00 civarında yağmur eşliğinde
Trinidad’a giriyoruz. Şehre girmemizle beraber evinde işlettiği otel ya da
restoranını pazarlamak isteyen onlarca insan arabanın önüne ve üstüne atlamaya
başlıyor. Bu durum biraz daha gerilmemize yol açıyor. İşin kötüsü burada
herhangi bir yer ayırtmamış olduğumuz için bu akşam kalacak bir yer bulmamız
gerekiyor. Raul “benim bir arkadaşım var” diyerek, arabadan iniyor ve tuhaf bir
kadınla geri geliyor... Sonra hemen oradaki bir odayı bize “colonial, very
nice” falan diyerek kaktırıyorlar.
TRINIDAD’A
AŞIK OLDUĞUM AN
Trinidad oldukça fakir bir şehir, Havana’nın
makyajlı olduğunu düşünürsek; Trinidad için “gerçek Küba” demek yerinde
olacaktır. Diğer bir ayrıntı ise Trinidad’da otel ya da restoran bulunmuyor;
buna karşın neredeyse her ev Paladar* veya Casa Particular*... İnsanların tek
umudu turistlere bu oda ve restoranlarını satmak, bunun için de bazen çok
agresifçe uğraşabiliyorlar. İlk başta korkutucu ve can sıkıcı görünen bu durum,
nedenlerini anlayınca yönetilebiliyor.
|
Trinidad sokakları |
Yağmur, gece ve yolun yarattığı stresi henüz üzerimizden
atmayı başaramamış şekilde Trinidad sokaklarında yürüyoruz. Sokaklarda agresif
ev sahiplerinden başka bir şey görmediğimizden, “acaba hata mı ettik buraya
gelerek” diye düşünürken, köşeyi dönünce Plaza Mayor yönünden gelen harika
melodilere kulak veriyoruz. Melodilere doğru yürüyünce merdivenlerle çıkılan
meydanda bulunan Casa de la Musica’ya varıyoruz. Ve işte bütün Trinidad burada
rom içip, çılgınca dans ediyor. Arada hafifçe atıştıran yağmura aldırmadan
muhteşem müzik eşliğinde turisti yerlisi bir olmuş dans ediyorlar... Bu
manzarayı görünce az önceki stresten eser kalmıyor ve biz de hemen birer Mojito
söyleyip, bu harika kalabalığa karışıyoruz.
TRINIDAD’DA
BİR GÜN
Sabah Casa Particular’ımızın naylon çarşafları
üzerinde uyandığımızda kendimize yeni bir ev bulmaya kararlıyız. Bu amaçla
kahvaltıdan sonra Lonely Planet’in tavsiye ettiği çok hoş bir eve ulaşıyoruz,
ancak maalesef dolu olduğunu öğreniyoruz.
Neyse ki buradaki karizmatik ev sahibinin tavsiye ettiği bir başka evde
yer buluyoruz... Yeni evimizde öyle herhangi bir lüks yok, tipik bir Küba evi
ama diğerine göre çok daha düzgün ve temiz görünüyor ve ev sahiplerimiz çok
tatlı insanlar... Evde iki köpek, bir de iguana bulunuyor... Köpeklerle, iguana
arasındaki kıskançlık krizlerini izlemek oldukça ilginç...
|
Trinidad sokakları |
Yeni evimize yerleştikten sonra Trinidad’ı
keşfe çıkıyoruz. Dünkü yağmur sonrasında hava oldukça sıcak ve sürekli açıp
kapıyor. İlk fark ettiğimiz şey, Trinidad’ın yürüdükçe ve içinde kayboldukça
daha çok sevilebilecek bir yer olduğu... Ve ikincisi ise; Trinidad’ın kocaman
yürekli, içten insanlarla dolu bir şehir olduğu... Bir hediyelik eşya dükkanına
giriyoruz, sahibi boynumuza birer kolye geçirip, “benden size bir hatıra”
diyor. Yüzümüzde kocaman gülümsemelerle yürümeye devam ediyoruz. Bir CD
dükkanını karıştırıyoruz, kasadaki kadınlara gidip, “şöyle melodisi olan bir
şarkı arıyorum” deyip, melodiyi mırıldanıyorum. Kadınlar birden CD’lerin
jelatinlerini açıp, bir bir CD çalara takıp, çalmaya başlıyorlar. Şarkıları
geçerken de; bu mu? Diye soruyorlar... Açılan CD’leri görünce paniğe kapılıp,
“açmayın almayabiliriz” diyoruz. Onlar da “almasanız da olur” diyerek devam
ediyorlar. Sonuç olarak 2 saate yakın bir zamanı bu dükkanda aslen bir tarih
profesörü olan Sonja ve Suleika ile kah dans ederek, kah şarkı söyleyerek;
bazen de şarkıların ve şarkıcıların hikayelerini dinleyerek geçiriyoruz.
Hayatımızın en zevkli alışverişlerinden birini bu dükkandan yapıyoruz. Ayrılırken
de sarılıp, öpüşüyoruz ve gözlerimiz dolarak vedalaşıyoruz. Sonja bir tarih
profesörü ama üniversitede ders vermek para getirmediğinden bu CD dükkanında
çalışıyor. İşte bu da komünizmin talihsizliği, mükemmel insanlar yetiştirip,
onlara hak ettikleri karşılığı veremiyor olmak.
|
CD dükkanı ve Sonja |
Bu güzel kadınları tanımış olmaktan mutlu,
birkaç resim galerisi ziyaret ediyoruz. Bir tanesinde Duglis isimli güzel bir
gülümseyişi olan ressam bizi içeri davet ediyor, içeride birbirinden farklı tarzlarda
bir çok tabloyu beğeniyoruz ve sonunda bir tanesini alıyoruz... Bir tanesinde
de aklımız kalıyor, bakalım kader bizi yeniden bu dükkana getirecek mi?
|
Plaza Mayor Merdivenleri |
Günün en acılı anı, öğlen saatlerinde La
Palenque Congo Real isimli ritmin ve Trinidad’ın önemli kulüplerinden birinde
Alman bir turist grubuna verilmeye çalışılan dans dersine denk gelmemizle
yaşanıyor. Zavallı Alman turistlerin sahnede kıvrak hareketlerle olan sınavı
bizi bayağı eğlendiriyor.
Öğleden sonra denize girmek üzere Playa
Ancon’a gidiyoruz. Aylardan kasım ve Küba’da kış olduğu için bomboş, beyaz
kumlu bir plajdan Atlantik’te yüzme deneyimini yaşamış oluyoruz böylece...
Günün ilk içkisi için, Trinidad’da herkesin
yaptığı gibi müziğin geldiği yöne yürüyoruz. 18.00 gibi herkes Trinidad’a özel
bir kokteyl olan; La Cancanchara* içmek üzere, güzel Latin cazı çalan meşhur
bar; Cancanchara’ya geliyor. Akşam La Palenque Congo Reales’de Afro-Cuba
müziğinin ritimleriyle devam ediyor. Gece yarısı gibi ise Casa de la Musica ve
Casa de la Trova sabaha kadar dans, müzik ve mojito arayanlara muhteşem bir
gece vadediyorlar. Bütün şehir adeta bu dört mekan arasında ahenkle akıp
giderken, Trinidad’daki yerli ya da turist herkes aynı içkiyi, aynı müziği,
aynı dansı paylaşıyor.
|
Casa de la Trova'nın Barı |
RAUL’E
VE “PİYU”’YA VEDA
Sabah zar zor uyanıp, ev sahibemizin, bize
çatı terasında sunduğu lezzetli kahvaltı sonrasında, ev halkıyla vedalaşıp,
Havana’ya doğru, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yola koyuluyoruz. Arabanın stop
etmesi ya da her seferinde Raul’un küçük kablosuyla inip, arabaya düz kontak
yaptırmasına alışık ve hatta bunu özleyeceğimizi bilerek Havana’ya varıyoruz.
Raul’le vedalaşırken, gözlerinde Küba’nın
dünyaya açılacağı günlerin özlemiyle, “belki yine görüşürüz” diyor; “O günler
geldiğinde, umarım hep böyle güzel kalırsınız” diyoruz ve bu üç unutulmaz günün
hatırası olarak kendisine yanımızda getirdiğimiz “İstanbul” t-shirtini armağan
ediyoruz...
MİNİ
SÖZLÜK:
*Guajiro: Küba köylülerine verilen genel ad
*Paladar: 1994’te Küba turizme açıldıktan sonra oluşturulan sisteme göre,
Kübalıların evlerinin içinde kurdukları ve kanuna göre 12 kişilik kapasiteyi
geçmemesi gereken; ancak pratikte çok daha fazla kişi ağırlayan restoranlara
verilen isim...
*Casa
Particular: Yine Küba turizme açıldığında ortaya çıkan
evlerin içindeki fazla odaların turistlere kiralanması esasına dayanan sistem
*La
Cancanchara: Rom, bal ve misket limonu suyu ile hazırlanan ve
toprak bir kapta servis edilen, Trinidad’a özel bir kokteyl