7 Mart 2013 Perşembe

ANGKOR’DA RÜYA GİBİ BİR GÜN (2. Bölüm)



"CAMBODIAN FERRARI"
Tempo düşük ama tuk tuk şoförümüz heyecanlı... Sabah saat tam 4.30’da otelin lobisinde yüzünde sonsuz bir gülümseme ile bizi bekliyor, tuk tuk'un bir de adı var; "Cambodian Ferrari"… 
Sabah 4.30'da Cambodian Ferrari fotoğrafı
Sophal sabahın o saatinde nereden geldiği belli olmayan müthiş pozitif enerjisiyle bize "foto" diyerek, sabah karanlığında "ferrari"si önünde bir dizi fotoğrafımızı da çekmeyi ihmal etmiyor. Zifiri karanlıkta, Angkor'a doğru yola koyuluyoruz. Ferrari arada gaz kesip, "ın ın ın" yaparak aniden ileri atılırken, sanki o karanlıkta tuk tuk'un arkası düşecek de yolda kalıverecekmişiz gibi geliyor bize… Ve gülüyoruz...  Komik olan; "Ferrari" sanıyorum Siem Reap'ın en dökülen ilk 10 tuk tuk'undan bir tanesi ama Sophal öyle pozitif bir enerjiyle hizmetini sunuyor ki, bir süre sonra tuk tuk'un biraz külüstür olması insanın hoşuna gitmeye başlıyor. Işte bu düşüncelerle yola devam ediyoruz. Hava henüz karanlık, rüzgar yüzümüze doğru çarparken önümüzde asılı bir halka yaseminin taze kokusu bizi daha da neşelendiriyor.
ANGKOR'DA GÜN DOĞUMU

Angkor Wat’ın batı kapısına vardığımızda hava hala karanlık... Tam tuk tuk’dan inerken, elinde termosla, genç bir adam yaklaşıyor yanımıza, “kahve servisimiz var” içer misiniz? Kahve teklifini sonraya bırakıyoruz ve minik fenerlerimizle yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. En az gündüz olduğu kadar kalabalık olduğu hissedilebiliyor, herkes aynı amaçla gelmiş; “Angkor’da gün doğumunu izlemek” için... Hava öyle karanlık ki sanki güneş hiç doğmayacakmış gibi geliyor. 
Angkor önünde gün doğumunu bekleyen turistler
Bir küçük su birikintisinin önünde birikmiş bir sürü millletten, yüzlerce insan, tripodlar, fotoğraf makinaları, kameralar, Japonlar, Amerikalılar, Almanlar, Hintliler ve daha kim bilir kimler hep beraber bekliyoruz. Bir davul sesi başlıyor ilk ışıkla birlikte sol taraftan... Güneş henüz görünmese de, biraz sonra Angkor Wat'ın arkasından doğacak. Önce lacivertten maviye dönüyor hava; sonra pembe; derken turuncu-sarı... Büyüleyici bir manzara, binlerce fotoğrafla ölümsüzleştirilmeye çalışılıyor. Biz turistler sanki Angkor'un en güzel resmini çekmek için yarış halindeyiz, hafif itişmeler, birbirinin önüne geçmeler revaçta. 
En güzeli, bir süre sonra bu yarıştan sıyrılıp, olması gerektiği gibi kendinizi müziğin ritmine bırakıp, günün gelişini karşılamak sanırım. Güneş yükseldikçe etrafımızı farketmeye başlıyoruz; önümüzdeki su birikintilerinde kırmızı lotuslar var; tapınaktan çıkan turuncu, sarı saronglu budist rahipler ve muhteşem Angkor Wat tüm ihtişamıyla karşımızda beliriyor.
Gün doğumuna böyle kutsal ve mistik bir yerde, değişik milletlerden binlerce insanla birlikte tanık olmak, paha biçilmez. 
Güneş Angkor'un tam arkasından doğuyor

KAHVALTI VE ZİYARET


Güneş iyice yükselince sabah kahvaltısı için tuk tuk şoförümüz Sophal'i de yanımıza alarak bir önceki gün öğlen yemeği yediğimiz yere gidip harika bir kahvaltı ediyoruz. Yan masada bir grup rahip gülüşerek kahvaltı ediyorlar. Bu arada biz de birazdan ziyaretine gideceğimiz rahip için bir paket hazırlatıyoruz; biz, rahipler ne yer ne içer bilmediğimizden, herşeyi  Sophal'e bırakıyoruz, o da pirinç ve meyveden oluşan bir menü hazırlatıyor… Meyveleri de giderken yoldan alıyoruz, öyle taze ve aromatikler ki…


Çok geçmeden Bayon'un önündeki tapınaktayız, rahip dünkü yerinde oturmakta, bizi kibarca buyur ediyor, biz de yine acemice selam verip; getirdiklerimizi acemi hareketlerle kendilerine sunuyoruz. Bizim beceriksiz hareketlerimizle epeyce eğleniyorlar sanıyorum, çünkü fazlaca sırıtkan bir ifade ile izliyorlar bizi. Bir süre sonra rahip bizim için hazırladığı uğuru üzerinde sanskritçe yazılar ve esanslı bir suyla ıslatılmış olarak bize veriyor, tabii teslim etmeden önce dualar okumayı da ihmal etmiyor. Hep yanınızda taşıyın diye tembih ediyor. Biraz hayatla ilgili genel tavsiyeler, biraz da havadan sudan konuşma sonrasında teşekkürlerimizi sunup, müsaade istiyoruz. Bizi neşeyle el sallayarak uğurluyorlar…
TA PHROM
Ağaçların yuttuğu tapınak Ta Phrom
Saat daha sadece 10.00 ve sırada günün en heyecanlı keşfi "Ta Phrom" ziyareti var, burasını Angelina Jolie'nin Tomb Raider filminden tanıyabilirsiniz. Bu arada Angeline Jolie'nin de Kamboçya'da neredeyse "tanrıça" katında yeraldığını belirtmek isterim. Uzun yıllar ormanın içinde gizli kalan ve dev banyan ağaçlarının neredeyse yuttuğu atmosferik tapınak, sabah saatlerinde hem daha tenha, hem de güneş ışınlarının açısından mıdır bilinmez daha romantik oluyor. Burası gerçekten kelimelerle anlatılamayacak kadar etkileyici bir yer… Taşların arasından, altından, üstünden büyüyen ağaçlar insanda bir acizlik hissi yaratıyor. Her noktasında saatler harcamak istiyorsunuz, ben de kendime dev bir ağaç kökü bulup, üzerine kurulup etrafımı izliyorum. Zamanın nelere kadir olduğuna burada çok daha yakından şahit olabiliyor insan… Bir zamanlar önemli bir tapınak, yıllarca bir orman, şimdi turistik bir harika… ve ben yüzlerce yıllık bir banyan ağacının kökü üzerinde oturmuş hayran olabiliyorum bu muhteşem görüntüye...
Dev ağaçların kökleri tüm tapınağı sarmış
Tapınağın ilk kısmı oldukça kalabalık, binbir milletten turist grupları geziyor burayı...  Ve biz de burada geçirdiğimiz iki saat içinde tüm bu grupları gözlemleme şansını yakalıyoruz. Doğruyu söylemek gerekirse, en ilginç tur grupları biz Türklerden çıkıyor; zira genelde rehber birşeyler anlatmak için kendini parçalarken; bizimkiler rehberin her dediğine muhalefet edip, çürütmeye çalışıyorlar ve bundan müthiş keyif alıyorlar. Gezme sebepleri tapınaktan hediyelik eşya almak ve önemli şeylerin önünde resim çektirmekmiş gibi görünüyor. Her fırsatta pazarlık etmeye çalışıyorlar, eğer olmazsa arkadaşlarını ya da eşlerini çağırıp, onlara pazarlık ettiriyorlar. Ve sadece burada değil bundan önce gördüğümüz bir çok yerde olduğu gibi Ta Phrom'un da sadece yarısını gezip, müthiş bir gürültüyle ortamı terk ediyorlar. Bu sebeple bundan fazlasını bekliyorsanız, bağımsız gezmenizi öneririm.
Doğa ve zaman karşısında aciz hissetmek
Biz de bu arada tapınağın arka tarafına geçiyoruz, burası ön tarafa göre çok daha sakin. Etrafımıza hayranlıkla bakarken, içeri bir okul grubu giriyor, neşe içinde gülümseyerek, şarkılar söylemeye başlıyorlar, sonra hızlarını alamayıp bize de ingilizce şarkılar söylüyorlar. Sonra bir grup fotoğrafı çektirirken, içlerinden bir çocuk özellikle benim o fotoğrafta olmam için çok ısrar ediyor. Nedenini çok anlayamasam da, bir öğretmenin "bu fotoğrafta yer alırsanız, onu çok mutlu edersiniz" demesi üzerine ben de fotoğrafa dahil oluveriyorum. Belki de diyorum, bizim anlayamadığımız mistik bir bağ kurdu çocuk benimle… Tüm bunlar hoş bir anı ve ilginç bir deneyim oluyor. 
Ta Phrom'da çocuklarla birlikte
Yüzümüzde mutlu ifadelerle, Ta Phrom'dan çıkıp, Sophal'le buluşuyoruz. İki saatlik geleneksel Khmer masajı randevumuz için otele dönmeye karar veriyoruz. Masaj sonrasında yeniden tapınaklara döneceğiz.
MİNİK BİR MOLA
Blue Pumpkin'de börekler
Bu kadar erken başlayan bir gün için mükemmel bir mola çeşidi oluyor bu masaj; sıcak duş sonrasında; geleneksel Khmer pijamaları giydirilip, yan yana yere yatıyoruz ve kendimizi usta ve çok güçlü ellere bırakıyoruz. 
Masaj sonrasında gidip güzel bir yerde hafif birşeyler atıştırmak için son derece turistik ama şaşırtıcı şekilde nefis Blue Pumpkin'e gidiyoruz ve çok lezzetli börekler ve salatalar; ve sonrasında daha da nefis dondurmalarla sıcak havanın hararetini üzerimizden atıyoruz. Özellikle Blue Pumpkin'in dondurmaları ilginç çeşitleri ve tamamen doğal içerikleriyle damakta mini bir şölen yaratıyor. Biz de seçimimizi Hindistan cevizili, zencefilli, susamlı ve tarçınlı dondurmalardan yana kullanıyoruz, gerçekten çok farklı ve enfes lezzetler…
Bu mini ziyafet sonrasında günün ikinci turu için yeniden Sophal'le buluşuyoruz. Akşam güneşiyle ısınan yaseminler rüzgarda sallandıkça etrafa daha da yoğun ve enfes kokular yaymakta ve bu durum bizi fazlasıyla mutlu ediyor.
VE GÜN BATIMI...
Fille orman yolundan yukarı çıkan turistler
Şimdiki istikametimiz, yine Bayon civarı, buradan fille tepede yer alan tapınağa çıkarak gün batımını da buradan izleyeceğiz. Filin sırtında olmak, oldukça enteresan bir duygu… Oturduğumuz platformdan, filin hemen ensesinde oturan ve ayaklarını filin kulak arkalarına sallandırmış olan "fil jokey"i duruma son derece hakim görünüyor. Hemen sırtında, üzerinde "tips", yani bahşişler yazan ve içinde 5 dolarlık bir banknot bulunan "gömlek ense cebiyle" dikkatleri üzerine topluyor. Tabii kimsenin 5 dolar verdiğini sanmıyorum, ama iyi bir pazarlama taktiği olduğunu söyleyebilirim. Filin sırtında, dağ yollarından döne döne en tepedeki tapınağa ulaşıyoruz. 
Bahşiş toplamak için akıllıca bir yöntem...

Yine geniş bir turist kalabalığı gün batımını beklemekte burada…Biz de yüzlerce yıllık taşların üzerine oturup, sessizce güneşin Angkor vadisi üzerinde alçalmasını ve göğun binbir rengini izliyoruz. Gün batarken bu tatilde yaşadığımız enfes deneyimler ve huzur dolu bu enfes gün için şükrediyoruz… Güneş battıktan sonra tüm turistler, hep beraber ormanın içinden yürüyerek iniyoruz aşağıya… Bu kez aşağıdaki kalabalıkta bizim "ferrari"yi bulmakta biraz zorlansak da çok geçmeden buluşuyoruz, "ferrari"yle son yolculuğumuz için…
Angkor vadisinde gün batımı
"FERRARİ"YE VEDA VE AKŞAM
Sophal'le gece pazarının önünde duygusal bir vedalaşma yaşıyoruz ve kendisine fazlasıyla hakettiği 15 dolar'ını bahşişiyle birlikte takdim ediyoruz.
Akşam yemeğini "Angkor Palm'da yiyoruz. Buradaki zengin tadım menüsü, Khmer mutfağının en güzel örneklerini tadabilmek için doğru bir seçim; bir tepside 7 farklı yemek geliyor. Üstelik dünyaları yeseniz 7 dolar'dan fazla para harcayamazsınız. Hem yemek kalitesi; hem dekorasyon; hem de  servis açısından türünün en iyi örneklerinden olan Angkor Palm'ı kesinlikle tavsiye ediyorum.
Angkor Palm'da tadım menüsü...

Bu enfes yemek sonrasında, aklımızda kalan birkaç parça şeyi almak için gece pazarında bir tur atıyoruz. Burası gerçekten de keyifli bir yer bence…
APSARA
Alışveriş bitince, gerçek bir Apsara gösterisi izlemek üzere Temple Club'a gidiyoruz, aslında daha geleneksel ve yüksek kalitede bir Apsara gösterisi için Apsara Tiyatrosuna gitmek daha iyi olabilir, ama bu gece için Temple Club bize iyi bir seçim gibi görünüyor.

Temple Club'ın alt katı tam anlamıyla bir bar ortamı sunarken, gösteriyi izlemek için sahnenin bulunduğu üst kata çıkmak gerekiyor. Yine kendimize enfes kokteyller söyleyip öndeki bir masada yerimizi alıyoruz. Çok geçmeden yumuşak ve ritmik khmer müziği başlıyor ve hemen arkasından birbirinden zarif apsara dansçıları sahneye diziliyorlar. Apsara dansı, Kamboçya'nın geleneksel dansına deniliyor; eller ve ayakların zerafetinin öne çıktığı; kıvraklık ve denge gerektiren yumuşacık bir dans… 


Ama "Apsara"nın kelime anlamına inersek, aslında çok güzel ve doğa üstü dişi varlıklara verilen isim, anladığım kadarıyla bu bölgede yunan mitolojisinin "Nymph"lerine karşılık geliyorlar. Çok güzel ve zarif danslarla erkekleri baştan çıkarmalarıyla ünlüler ve Angkor Wat'ın duvarlarında binlerce farklı Apsara figürü görebiliyorsunuz. Gündüz 10. yüzyıldan kalma paha biçilmez figürleri tapınakların duvarlarında görüp; akşam da dansını izlemek müthiş…



SON SÖZ
Kamboçya'dan ayrılırken, çok karışık duygular içindeyiz. Burası daha önce gördüğümüz hiç bir yere benzemiyor. Burada tanıdığımız bütün insanları birbir düşünüyorum, hepsi acılar yaşamışlar, hiçbirinin hayatının çok kolay geçtiğini sanmıyorum, ama içlerinde mutlak bir iyilik ve mutluluk var ve kültür sebebiyle de bu duygular sanki bulaşıcı gibi, geçmişte ya da gelecekte değil, "şimdi"de yaşıyorlar. Diğer yandan onları mutlu etmek çok kolay, yaptığınız en ufak bir jeste, büyük bir minnet ve mutlulukla karşılık veriyorlar, gözlerinin içi gülüyor.
Siem Reap'ın son derece karakterli ve minik havaalanında uçağa binmeyi beklerken buraya daha uzun bir programla yeniden gelme konusunda anlaşıyoruz. Ve bir daha ki sefere kadar veda ediyoruz güzel Kamboçya'ya...

15 Şubat 2013 Cuma

KAMBOÇYA; BAMBAŞKA BİR DÜNYA






SİEM REAP VE GECE PAZARI
Gece Pazarında Apsara gösterisi
Kamboçya’ya sadece Angkor’u görmeye geldik, vaktimiz izin verseydi ve tüm ülkeyi görseydik, bu yazı muhtemelen çok daha şaşırtıcı bir yazı olurdu. Angkor, Kamboçya’da turizmin gelişmesinin başlıca sebebi, tapınakların anası Angkor Wat’ı da içinde barındıran, bir tapınaklar şehri; aynı zamanda Siem Reap şehrinin de varlık sebebi... 
Havaalanından otele kadarki zaman diliminde karşılaştığımız herkesin yüzündeki içten gülümseme ve ellerini çenelerinin  altında birleştirip selam verirken yaydıkları pozitif enerjinin bulaşıcı olması beni derinden etkiliyor.
Arabamız Siem Reap’a girdiğinde burasının bana göre bizim Kuşadası’ndan hiçbir farkı olmadığını görüyorum. Sağlı sollu dev oteller arasından kendi otelimize geliyoruz. Eşyalardan kurtulur kurtulmaz kendimizi atıyoruz Siem Reap sokaklarına; ilk dikkatimi çeken barların ya da masajcıların önündeki ışıklandırılmış dev balık havuzları ve havuzların kenarlarındaki minderlere oturmuş, ayaklarını havuza sallandırıp, bira içen turistler. Neden mi? Söylenilene göre balıklar ölü derileri yiyerek ayaklara pedikür yapıyorlar. Bu arada her masaj dükkanının önünden geçerken yanımıza gelen güler yüzlü masajcılar bizi ayak masajı için ikna etmeye çalışıyorlar, üstelik fiyat 1 $'a kadar inebiliyor ve çok değil sadece 1 $ daha bahşiş verdiğinizde insanların yüzündeki mutluluk ve mahçubiyet karışımı ifade herşeye değer. Tavsiyem masaj fiyatı için pazarlık edin ve daha sonra içinizden gelen miktarda bir bahşişi masajı yapan kişiye verin, bize böylesi çok daha makbulmüş gibi geldi. Masaj sonrasında meşhur "gece pazarına" gidiyoruz, burada herşeyi bulabilirsiniz, bu arada genelde herşey için 4 katı fiyat söyleniyor ve böylece keyifli bir pazarlık başlıyor. İlla dolar istiyorlar, hatta kendi paralarını kabul etmeyebiliyorlar. 
Bir taburede oturmuş kum taşından Budha heykeyi yapmakta olan 15 yaşındaki Sophear bizi dehşete düşürüyor. Pazarın o kalabalığında öylece taburede bir çıplak ampulun altına oturmuş aklındaki Budha’yı şekilsiz kum taşına, portakal soyarmış gibi doğal hareketlerle şekillendirmekte... Bir süre gözümüzü alamıyoruz kendisinden, buradan ayrılmadan Sophear'dan mutlaka bir heykel alacağız. Böylece insanın bir şey yaratmak için sonsuz imkanlara sahip olmasının gerekli olmadığını, herşeyin insanın kendisinde bittiğini kendimize hatırlatmayı hedefliyoruz.
Pazarın arka tarafındaki meydanda ayak masajcıları sahneye doğru sıralanmış koltuklarda; turistlere birazdan başlayacak “apsara gösterisi”ni izlerken, ayak masajı yaptırma olanağı sunuyorlar. Üstelik isterseniz masajdan başka servisleri de var; pedikür, peeling, oje… Siz arkanıza yaslanmış gösteriyi seyrederken tüm bunları sonsuz bir enerjiyle yapabiliyorlar. Bahşişi unutmayın!
Gösteri sonrası pazar da toparlanmaya başlıyor, ister hemen karşıdaki barlar sokağına gidip, lezzetli kokteyllerin tadına varın, ister sizi pazarın kapısında bekleyen onlarca tuk tuk'tan birine atlayıp otelin yolunu tutun, tabii neşeli pazarlık safhasını atlamayın. 

ANGKOR’DA İLK GÜN
Angkor'a ilk bakış
Gezimizi, ilk gün Angkor hakkında maksimum öğrenebilmek için, rehber ve klimalı bir araba ile gezeceğimiz şekilde; ikinci gün ise hiçbir program olmaksızın planladık.
İlk gün kahvaltı sonrası, gözlerinin için gülen rehberimiz ve şoförümüzle otelin lobisinde buluşuyoruz, birbirimizi ellerimizi çenemizin altında birleştirip, başımızı eğerek selamladıktan sonra arabamıza atlayıp, doğruca Angkor’a gidiyoruz. Bilet gişeleri mahşer yeri gibi... Profesyonel bir rehberle birlikte olmanın güzelliği ise özel ve hızlı akan bir sıraya girerek, 3 günlük biletlerimizi hemen alabiliyor olmamız. 
VE ANGKOR
Angkor'un önünde oynayan maymunlar
Tapınağa tersten, yani doğu kapısından yaklaşıyoruz, burası etraftaki kalabalıktan uzak bir nokta ve ormanın hemen bitiminde olduğu için oldukça sakin... Etrafta birbirleriyle çılgın oyunlar oynayan maymunlar var ve gerçekten çok sevimli görünüyorlar. Bir süre durup 900 yıllık inanılmaz tapınağa öylece baktıktan sonra yürüyüşe geçiyoruz.
Hindular tarafından Vişnu adına inşa edilen Angkor Wat, daha sonra Budizm akımı iyice güçlendiğinde Budistlerin eline geçiyor. Her iki inanış için de çok kutsal bir yer olmasına rağmen; Angkor ve çevresi, Hindularla Budistler arasında çok yıkıcı bir çok savaşa sahne oluyor... Ardından gelen bambaşka savaşlar ve zulüm; son olarak da, acımasız Kızıl Khmer terörü ve travmatik bir soykırıma maruz kalıyor bu bölge... Kızıl Khmer dönemi boyunca tapınakta bulunan Budha heykellerinin kafaları kopartılarak Thailand'a silah karşılığında satılıyor ve bu önemli dünya mirası büyük bir zarara uğratılıyor. Bugün yapılan projlerle kafalar yeniden yerlerine konulmaya çalışılıyor.
Angkor'da düğün alayı
Hava çok sıcak ve nemli… Onlarca dar ve yüksek basamağı tırmanarak, tapınağın en tepesine varıyoruz. En tepeden  aşağı baktığımızda değişik milletlerden yüzlerce turist; çarpıcı kostümleriyle "apsara kızları" ve bana göre en etkileyicisi de parlak turuncu, sarı ve kırmızı renklerde giyinmiş budist rahipler inanılmaz bir manzara oluşturuyorlar. Bugüne kadar sadece fotoğraflarda gördüğüm budist rahipleri böyle bir ortamda canlı görebilmek ve fotoğraflarını çekebilmek harika bir his…
Batı yönüne doğru baktığımızda tapınakların üzerinde salınan sarı renkli balonu görüyoruz, tapınakları yukarıdan görmek isteyenler için hoş bir alternatif… Kahinler tapınağın içinde oturmuş yerel halktan ziyarete gelen insanların falına bakıyor. Kenardaki fal bakan kahinlerden biri dikkatimizi çekiyor, çünkü falına baktığı orta yaşta bir adama birşeyler söyledikçe, etrafa toplanmış olan kalabalıktan kahkahalar yükseliyor. Rehberimiz kahinin adama birden fazla sevgilisi olduğunu söylediği ve bununla ilgili alaycı tavsiyeler verdiği şeklinde tercüme ediyor bu durumu… 
Başı olmayan bir Budha heykeli
Alt kattaki duvarlara inanılmaz bir sanatla, Kamboçya'nın tarihinden destanlar en ince ayrıntısına kadar oyulmuş; rehberimiz bize bir yandan destanı anlatırken; diğer yandan da 10 sene öncesine kadar dramatik bir gerilim filmini andıran hayatını anlatıyor.
GERÇEK BİR HİKAYE
Bayon'da budist rahipler
Daha küçücük bir çocukken Kızıl Khmer köylerini basıyor; bu kanlı baskından komşuları onu bir şekilde kaçırıyorlar; köylerinin yakınındaki bir derenin yanında çalıların arasında saklanıyor bir süre… O günden sonra bir daha ailesini görmüyor; bir manastıra sığınıyor ve rahip oluyor; görevi ise ölü yıkayıcılığı, hem de daha çocuk yaşlardan itibaren… Yenilerde annesini arayıp buluyor, annesi onu tanımakta çok zorlanıyor ve kurtulmuş olduğuna inanamıyor. Bu arada rahipliği bırakıyor, söylediğine göre rahiplik hiç ona göre değil; "rahipseniz aç kalıyorsunuz" diyerek, bunun neden ona uymadığını da açıklıyor. Tüm bu hikayeyi anlattıktan hemen sonra, yüzünde kocaman bir gülümseme ile bize dönerek " Kola ister misiniz?" diye soruyor.  Biz de dolu dolu olan gözlerimizle dağılmış şekilde bakıyoruz sadece… 
İşte budizm böye bir felsefe… Belli ki geçmiş onun için geçmişte kalmış; şu andaki mutluluğu tek gerçekliği… Sanırım bu denli hızlı bir geçişi bizlerin yapması olanaksız.
TAPINAKLARIN ARASINDA ÖĞLE YEMEĞİ
Öğle yemeğini oradaki yerel bir lokantada yiyoruz. Şoförümüzü ve rehberimizi de yemeği bizimle yemeleri için davet edince, ikisi de çok mutlu oluyor. Normalde anladığım kadarıyla lokantanın arka tarafında daha farklı bir menü varmış onlar için. Onlar bize katılınca tipik ve güzel yemekleri öğrenmek adına ısmarlayacağımız yemekleri onların seçmesini ve paylaşmayı öneriyoruz. Tattığımız en farklı ve lezzetli yemek meşhur "amok" oluyor, hindistan cevizinin içinde aromatik baharatlarla pişirilen yumuşacık bir balık yemeği bu… Hindistan cevizinin içindeki etli kısım nefis, kremamsı bir tad almış, insanın ağzında mini bir şölen yaratıyor.
Bu arada rehberimiz bize kendisi için günün en keyifli saatinin, akşam işi bittiğinde bir şişe bira ile derin yağda kızarmış siyah örümcek atıştırmak olduğunu anlatıyor. Burada çok lezzetli bir çerez yerine geçiyor örümcekler. 
BAYON
Yemek sonrası bir başka meşhur tapınak Bayon'a geliyoruz. Dört ana yöne doğru bakan Budha yüzlerinden oluşan önemli bir tapınak burası… Biz tapınağa doğru yaklaşırken tapınağın önündeki köprüden filler geçiyor; bahçesinde maymunlar koşuşturuyor. Henüz içeri girmemiş olmamıza rağmen Bayon çok etkileyici görünüyor.
Hemen girişte minik bir tapınakta bir rahiple konuşmakta olan insanlar görüyoruz. Rehberimizin yardımıyla biz de sıraya giriyoruz. Acemice bir selamlaşmadan sonra bize hayatla ilgili bazı tavsiyeler veriyor rahip, sonra da üzerimize sular püskürterek dua okuyor. Yarın kendisini yeniden ziyaret edeceğiz, bizim için bir uğur hazırlayacak. Bu arada hemen yanda başka bir rahip de, önüne oturttuğu genç bir kadının üzerine kova kova soğuk su dökerek şarkılar söylüyor. Sonradan öğrendiğimize göre doğurganlık duasıymış bu da… 
Doğurganlık duası
Bu inanılmaz deneyim esnasında çok sevimli bir tuk tukçuyla tanışıyoruz, kendisine hemen kanımız ısınıyor. Yarın tüm gün tuk tuk'a ihtiyacımız olacağından kendisi ile sabah 4.00'te bizi otelden alması için randevulaşıyoruz. Yarın tüm gün beraberiz…
Sonunda Bayon'un içine giriyoruz… Gülümseyen Budha çehresi heryerde, birçok rahip ziyaret ediyor burayı; arada bazı yerlerde tütsüler, yağlar yakılmış; tütsü kokuları insanı alıp götürüyor… O kadar turist kalabalığına rağmen dingin ve mistik bir ortam… 
Tapınaklarda bize poz veren bir çocuk
Bayon'dan sonra bölgedeki diğer tapınakları da bir bir gezmeye devam ediyoruz, ama sıcak hava ve tükenen enerjimiz bizi giderek daha da yavaşlattığından akşam üzerine doğru, turu bitirmeye karar veriyoruz. Yorgunluktan bitmiş bir halde, klimalı arabamız, sevgili rehberimiz ve tatlı şoförümüzle  otelin önünde vedalaşıyoruz. 
SIEM REAP'TA AKŞAM
Biraz dinlendikten sonra hazırlanıp, birşeyler içmek üzere barlar sokağına gidiyoruz. Buradaki barlar ve restoranlar batı standardında hizmet veren ve batı dokunuşunu hissedebildiğiniz ama Kamboçya konseptli mekanlar… Hizmet batı standardında ama servisin sıcaklığı ve etkinliği açısından son derece doğulu… Yani hizmet mükemmel…
Biz de Banana Leaf isimli bir barda oturmaya karar veriyoruz.  Yanımızdaki masanın üzerinde dinlenmekte olan parlak kırmızı ve yeşil renklerdeki minyatür kurbağa ile göz göze mükemmel lezzetteki Mai Thai'lerimizi yudumluyoruz. Kokteyl tamamen taze malzemelerle hazırlanmış ve bir adet de taze orkide ile süslenmiş ve açıkçası daha önce çok az barda tattığım bir kalitede nefis bir kokteyldi.
Banana Leaf'te Mai Thai

Akşam üzeri keyfinden sonra bir tuktuka atlayıp, Siem Reap'ın en gözde restaurantlarından "Sugar Palm'a" gidiyoruz. Burası sazdan bir çatısı olan, tipik ahşap bir Khmer villası, kalabalıktan uzak hoş bir mekan ve Khmer mutfağında da uzman… Biz de bu duruma uygun bir şekilde tipik bir menü ısmarlıyoruz; Mangolu salata, muz yaprağına sarılarak pişirilmiş müthiş aromatik deniz ürünleri ve tabii ki kremamsı lezzetiyle amok… Gece bu harika restaurant sayesinde bir lezzet şölenine dönüşüveriyor… Aromatik Kamboçya baharatları ve hindistan cevizi müthiş bir ahenk sunuyor; tattığımız herşey mükemmel…
Sugar Palm'da nefis amok

SON SÖZ
Kamboçya insanıyla, kültürüyle, lezzetiyle beni alıp götürüveriyor bu dünyadan… Ne kadar fazla tükettiğimi, ne kadar önemsiz şeylere üzülüp-sıkıldığımı, mutluluğun aslında bir yaşam tarzı olduğunu kavrıyorum. Her baktığım yerde gördüğüm içi gülen gözlere sahip insanların hiçbiri maddi zenginliğe borçlu değil bu pozitif duruşlarını… Bunu kafama kazıyıp, yarın yaşayacaklarımın heyecanıyla uykuya dalıyorum.

6 Şubat 2013 Çarşamba

BERLİN'DE BİR HAFTASONU


Gerçek bir Avrupa başkenti, genç ve kozmopolit bir nüfusu ve kocaman renkli bir ruhu olan; hep gitmek isteyeceğim bir yer… Berlin!!

AVRUPA'NIN EN GÜZEL BRUNCH'I BERLİN'DE
Einstein'daki Cappuchino...
Berlin’in diğer Avrupa şehirlerinden en belirgin farklarından biri, bu şehirde zengin bir kahvaltı kültürünün olması… İşte bu yüzden, Berlin’de güzel bir güne dev bir brunchla başlayın, brunch için önerim Cafe Einstein Stamhaus…  Cafe Einstein’ın Berlin’de birçok şubesi var, ama benim tavsiyem şehrin batı tarafında bir villada bulunan Cafe Einstein’a gitmeniz, burası Stamhaus olarak geçiyor. Bu Viyana usulü cafe’de herkesin gönlüne göre bir kahvaltı çeşidi var; hem de son derece sofistike ve lezzetlisinden… Ayrıca taze kremalı sıcak çikolatalar, Viyana usulü lezzetli Cappuchinolar, taze kırmızı meyveli krepler, her türlü yumurta türevinin en iyisi burada… 
BATI'DAN DOĞU'YA DOĞRU GİDERKEN
Bu nefis ve uzun kahvaltıdan sonra artık şehri keşfetmeye hazırız; bulunduğumuz noktadan başlıyoruz keşfe, yani batıdan… Kudamm ya da esas adıyla Kuffursdam tüm büyük markaların ve mağazaların bulunduğu, genellikle her şehirde bulunan büyük ve modern bir bulvar aslında.  Burada her türlü mağazayı bulabilirsiniz ama en görülmeye değer olan Berlin’in şık mağazası KaDeWe ve özellikle bu mağazanın en üst katında bulunan dev yiyecek reyonu…Dünyanın dört bir yanından herşeyin en iyisi, en otantiği burada… 
Tiergarten
Şehrin batısından, doğu tarafına geçmenin en güzel yolu; şehrin ortasında bulunan nefis park Tiergarten’in içinden yürümek. Burası size bir şehirde olduğunuzu unutturabilen yemyeşil ve dinlendirici bir park...
Park biter bitmez şehrin ana merkezi diyebileceğimiz noktaya ulaşıyoruz. Tam bu noktada duvar varmış bir zamanlar, dikkatli bakıldığında halen yolun ortasından geçen izleri görmek mümkün…Ünlü Reichstag da cam kubbesi ve tüm ihtişamıyla burada yükseliyor. Reichstag sadece önceden online rezervasyon yaptığınızda gezilebiliyor, cam kubbesinin bulunduğu yerde şehri panaromik gören bir restaurantı da var. 
Berlin’in simgesi Brandenburger Tor da hemen Reichstag'ın çaprazında yer alıyor. Önce göstericileri, daha sonra turist kalabalığını yararak, Brandenburger Tor’un Unter den Linden tarafına geçiyoruz, böylelikle eski Doğu Almanya'ya ayak basmış oluyoruz. Dev kapı, üzerindeki şaha kalkmış atlarla gerçekten de büyüleyici görünüyor. Etrafınıza baktığınızda ise turistlerle resim çektiren Doğu Alman askerleri, hemen yanında bir Batı Alman askeri, az ilerisinde ise Berlin'in simgesi dev bir ayı dikkatimizi çekiyor. Bir köşede Starbucks ve tam karşısında Berlin’in en ünlü oteli Hotel Adlon bulunuyor. Hotel Adlon konuşabilseydi  iki dünya savaşını, Doğu Almanya yıllarını, duvarın yıkılışını ve tam da burada, yani Berlin'in tam kalbinde geçen tüm hikayeleri anlatabilirdi bize…  Hatta 1917’de savaş devam ederken Mustafa Kemal de, Sultan Vahdettin’le yaptığı bir resmi ziyaret esnasında kalmış bu otelde… 
Bierbike böyle birşey...
Turumuza Berlin’in ana bulvarı Unter den Linden’den, Müzeler adasına doğru yürüyerek devam ediyoruz. Yanımızdan “bier bike”lar geçiyor. Bier bike, 6 kişinin aynı anda pedal çevirerek sürdüğü, bar şeklinde tasarlanmış ve müzikli bir bisiklet; şehrin en güzel bulvarında dolaşırken müzik dinleyip, bira keyfi yapmanızı sağlıyor. Berlin'e kalabalık gittiyseniz gerçekten çok eğlenceli bir aktivite olabilir.
Meşhur Humbolt üniversitesinin önünden geçiyoruz, daha sonra bana göre şehrin en güzel meydanı olan Gendarmen markt’ta, meydanın ortasına kurulan masalarda birer bira içerek, erken ilkbahar güneşinin tadını çıkarıyoruz. Hava soğuk ya da yağışlı olduğunda meydan bomboş oluyor, ama bugün o günlerden biri değil. Berlin Konserthaus, Fransız ve Alman kiliseleri iki tarafta tüm ihtişamlarıyla yükseliyorlar. 
Unter den Linden üzerinden müzeler adasına yürümeye devam ediyoruz, Berliner Dom’un uzaktan görünen manzarası  büyüleyici. Hava güzel olduğunda  müzelerin önündeki yeşil alanlar genç ve neşeli bir kalabalıkla şenleniyor, bugün olduğu gibi.
ETKİLEYİCİ BİR PROJE; KÜLTÜR ADASI
Berliner Dom
Müzeler adası; Spree nehri üzerinde bulunan gerçek bir ada, beş tane çok önemli müzeye ev sahipliği yapıyor ve UNESCO dünya kültür mirası statüsü var. Ciddi bir sanat koleksiyonuna sahip olan Alte National Gallerie, Altes Museum, dünyanın en büyük heykel ve para koleksiyonlarından birine sahip olan Bode Museum, Mısır kalıntılarının bulunduğu Neues Museum (nefertiti heykeli burada) ve bizler için en ilgi çekici olan Pergamon (yani Bergama) müzesi buradaki beş önemli müze olarak sıralanabilir. Eğer sıkı bir müze takipçisiyseniz bir çok müzeye ayrı bir ücret ödemeden girmenizi sağlayan Berlin Pass alabilirsiniz. Şehir turu otobüslerinden de sınırsız faydalanmanızı sağlayan bu kartı müze girişlerinde göstermeniz yeterli. 
Biz de Museum Island'dan ayrılmadan önce Pergamon'u gezmeye karar veriyoruz. Pergamon dünyanın en önemli arkeoloji müzelerinden bir tanesi… Ev sahipliği yaptığı en önemli eser, müzeye de adını veren; Bergama tapınağı… Orjinal boyutunun üçte biri boyunda sergilenen tapınak öyle ihtişamlı ve iyi korunmuş ki; insan aslını görebilse neler hissedebileceğini hayal bile edemiyor… Arkeolojiye meraklı olmayabilirsiniz ama yine de böyle bir eseri görmek herkesin nefesini kesecektir… Ve unutmayın müzede sergilenebilen kısmı sadece üçte biri… Müzedeki diğer önemli parçalar ise 2 katlı, muhteşem Milet pazar kapısı, göz alıcı mavi taşlarıyla parıldayan Ishtar Kapısı ve Babilon tören caddesi… 
MİTTE'DE BERLİN'İN KEYFİNE VARMAK
Hackescher Markt
Pergamon Müzesi sonrasında Mitte'nin kalbine doğru yürümeye devam ediyoruz. Çok geçmeden kendimizi Hackescher Markt'ın canlı ve neşeli kalabalığında bira ve sosis keyfi yaparken buluyoruz. Burası için Mitte'nin kalbi diyebiliriz. Özellikle hava güzel olduğunda burası şehrin en canlı noktalarından biri haline geliyor; meydanda kurulan büyük bira bahçelerinde binbir çeşit insan bira eşliğinde sohbet ederken, etrafta da dünyanın dört bir yanından gelen müzik grupları ve sokak göstericileri Alman profesyonelliğinde sıra ile marifetlerini sergiliyorlar.
"Red Hot Chili Pepper"
Hackescher Markt'ten devam ederseniz Mitte'nin dünya güzeli küçük sokaklarına dalmışsınız demektir. Burada avlulardan avlulara bağlandığınız minik geçitler;  geçitlerin içinde orjinal restaurantlar, sokaklarda özel butik ve galeriler içinden herkesin merakını cezbedecek birşeyler bulmak mümkün… Mitte bence açık ara Berlin'in en güzel mahallesi… Her gezdiğinizde bambaşka bir sürprizi karşınıza çıkarıveriyor. Köşedeki absent dükkanı, başka bir sokaktaki geleneksel şekerci dükkanı ya da bizim içinde yaklaşık 1 saat geçirdiğimiz Whiskey&Cigars… Dükkanın harika sahipleri bizi içeri viski tadımına davet edince mükemmel bir sohbet başlıyor. Berlin'in kozmopolit ve liberal ruhunu daha iyi kavramamızı sağlayan bu güzel sohbet sonrasında, kendilerine Mitte'de iyi bir bar adresi soruyoruz; verdikleri isim Hotel Amano'nun barı oluyor. Dediklerine göre burası New York Times tarafından Berlin'in en iyi barı seçilmiş. Biz de vakit kaybetmeden biten günü lezzetli kokteyllerle uğurlamak için Hotel Amano'nun yolunu tutuyoruz. Burası Mitte'nin bohem havasına göre biraz lüks kalıyor ama hazırladıkları kokteyller öyle orjinal ve rafine ki kesinlikle denemeye değer. Ayrıca bu kokteylleri yalnızca burada içebilirsiniz ve tabii çok beğenip de yine gitmek istemeniz de hiç şaşırtıcı olmaz. Benim içtiğim ve lezzetini unutamadığım kokteylin adı, hafif acı lezzetiyle "red hot chilie pepper" idi.
MİTTE, SANAT VE TACHELES
Tacheles
Berlin'de yaklaşık 400 sanat galerisi mevcut, bunların büyük bir çoğunluğu Mitte'de ve modern sanat ağırlığı hemen hissediliyor. Mitte sokaklarında dolaşırken bu galerilerin bir çoğunu görebilirsiniz, ama ilginç ve bağımsız bir sanat organizasyonu görmek isterseniz, o zaman önerim kesinlikle Tacheles olur. Burası aslında dünyanın dört bir yanından yüzlerce bağımsız sanatçıya ev sahipliği yapan bir işgal evi… 9000 metrekarelik bir alana yayılan ve eski bir alışveriş merkezi olan Tacheles, bağımsız sanatçıların özgürce çalışabilecekleri stüdyolar, workshoplar ve eserlerini sergileyebilecekleri galerilerle dolu bir yer. Hatta 2012'de bir de online 3D sanat galerisi kurmuşlar ve artık eserleri online da görebiliyorsunuz. Bahçe tarafındaki galerileri dolaşırken Türk sanatçılara ayrılmış özel bir galeriyi gezme fırsatımız da oldu, Tacheles'teki eserlerin çoğunluğu gibi bu kısımdaki işler de sert, vurucu ve etkileyiciydi. Uzaktan gelen bağlama sesini takip ederek sanatçılardan biriyle kendi stüdyosunda tanışma ve sohbet etme imkanı bile buluyoruz. Çıktığınızda yine Tacheles'in bir parçası olan Zapata Bar'da birer bira içip, sosyalleşebilirsiniz. Barın üzerinde asılı olan ağzından ateşler çıkaran ejderhaya dikkat...
PEKİ YA AKŞAM?
Akşam yemeği için sayısız alternatif barındıran Berlin'de her zevke ve her moda uygun bir adres var. Ben size bir kaç alternatif sunacağım. Tipik bir Berlin deneyimi için Schwarzwaldstruben ya da biraz daha hoş bir ortamda aynı şeyi yapmak isterseniz Boetzow Privat… Zaten bu ikisi karşılıklı… Alternatif bir Berlin deneyimi için ise bir Vietnam restaurantı deneyebilirsiniz. Vietnamlılar Doğu Almanya zamanında gelmişler Berlin'e, bu sebeple Berlin'de Vietnam restaurantları oldukça yaygın. Bunların içinde en popüler olanlardan bir tanesi Monsieur Vuong, akşam yemeği sonrasında geceye devam edecekseniz hızlı, lezzetli ve sağlıklı bir alternatif, üstelik genç, kalabalık ve modern atmosferiyle de hemen havaya girmenizi sağlayabiliyor. Yok ben şık, uzun sürecek ve keyifli bir yemek istiyorum derseniz, o zaman da size önerim Gendarmerie olacak. Burası çok şık bir Fransız restaurantı, yüksek tavanı, özel yapım italyan deri banketleri ve birkaç milyon euro değerindeki dev Jean-Yves Klein tablosu ile etkileyici bir ortam sunuyor. Yemekler lezzetli ve servis neşeli… 
Yemek sonrası Mitte'de yürüyüp beğendiğiniz herhangi bir bara dalabilirsiniz. Ortam genç ve nezih; müzik hip ve güzel; biranın da lezzetli olacağına emin olabilirsiniz. 
BİR DAHA Kİ SEFERE KREUZBERG
Bu kısa Berlin haftasonunda maalesef keşfetmek istediğim yeni dönüşmekte olan Kreuzberg'i gezme fırsatı bulamadım ama bir dahaki gelişime Kreuzberg'deyim…

ADRESLER:
CAFE EINSTEIN STAMMHAUS
Kurfürstenstraße 58
10785 Berlin

http://www.cafeeinstein.com 

HOTEL AMANO / AMANO BAR
Auguststraße 43  
10119 Berlin-Mitte
+49 30 8094150
http://www.amanogroup.de/en/hotels/amano/

WHISKEY&CIGARS
Sophienstraße 8-9  
10178 Berlin-Mitte
http://www.whisky-cigars.de

TACHELES
Ornienburgerstraße 54-56A 
Berlin-Mitte
http://www.kunsthaus-tacheles.de

SCHWARZWALDSTUBEN

Tucholskystraße 48
10117 Berlin

http://www.schwarzwaldstuben-berlin.com

BÖTZOW-PRIVAT
Linienstraße 113
10115 Berlin
http://www.boetzow-privat.de


GENDARMERIE
Behrenstraße 42  
10117 Berlin
+49 30 76775270
http://www.gendarmerie-berlin.com

MONSIEUR VUONG
Alte Schönhauser Str. 46
10119 Berlin-Mitte
Phone: +49 -30 - 9929 6924

http://www.monsieurvuong.de


20 Ocak 2013 Pazar

DALMAÇYA YOLLARINDA


Hırvatistan son yıllarda belki de adını en fazla duyduğumuz ülkelerden bir tanesi oldu. Müthiş doğasının ve dantel kıyılarının yanı sıra tertemiz ve turkuvaz denizi ile cazip bir yaz tatili alternatifi sunan Hırvatistan aynı zamanda ada ve milli park zengini bir ülke… Yugoslavya dağıldığında en iyi 8 milli parkı ve 6 tane de UNESCO Dünya Kültür Mirası alanı Hırvatistan sınırları içinde kalmış, bugün bu milli parklar ülkenin %7,5’unu kaplıyor. 
Tüm bunları düşününce “neden olmasın?” diyerek 10 günlük Hırvatistan seyahatimizi planlayıp; düşüyoruz yollara…
Tipik bir Dalmaçya manzarası;
Primosten...
ZAGREB
Zagreb'de burayı çok iyi bilen ve bizi mümkün olan en iyi şekilde ağırlayan bir aile büyüğümüzün misafiri oluyoruz. Mükemmel odamıza yerleştikten hemen sonra heyecan içinde konsantre bir şehir turuna çıkıyoruz hep beraber.
Geldiğimiz andan itibaren ilk dikkatimi çeken insanların güzeliği oluyor, hemen ardından da şehre hakim olan Akdenizli gibi canlı; ama Avrupalı gibi de düzenli bir görünüm... 
Ve bir düğün alayı… Şehrin merkezinde "telli babaya giden düğün konvoyları" tadında kornalara basarak tur atıyorlar.
Sıcak bir gün insanlar sokak kafelerinde havanın tadını çıkarıyor. Biz de Zagreb’liler gibi kendimizi kafelerden birine atıyoruz ve birer bira ile serinlemeye çalışıyoruz. 
Akşam Türk büyükelçiliğinin hemen karşısındaki balık restaurantı Korcula'da nefis bir balık ziyafeti çekiyoruz.

SAVAŞIN İZLERİ TAZE
Savaşın izleri taze
Ertesi gün Zagreb havalanından arabamızı alıyoruz ve yola koyuluyoruz. Tek sorunumuz ise Hırvat popu, radyo’yu açtığınızda hiç bitmeyen bir eurovizyon şarkı yarışması dinler gibi oluyorsunuz.  Otoyoldan en hızlı şekilde istikametimiz Plitvice milli parkı... 
Yol üzerinde Hırvatistan’ın meşhur birasına adını veren Karlovac’tan geçerken ürperiyoruz, burada savaş çok yoğun bir şekilde yaşanmış, izleri hiç silinmemiş adeta bir anıt gibi duruyor. Tüm evlerde gelişi güzel mermi izleri göze çarpıyor. İçeride normal yaşam sürüyor ama belli ki yaşanılanlar unutulmak istenmiyor. Bu manzara karşısında daha da farkına varıyoruz ki; burada karşımıza çıkan bir çok insanın ya çocukluğu ya da gençliği savaş vahşeti içinde geçti, bunu aklımıza kazıyarak devam ediyoruz yolumuza...

PLITVICE GÖLLERİ
Plitvice göllerinden bir manzara...
Rotamız üzerinde çalışırken Plitvice göllerinin resimlerini gördüğümde resimlerin bir şekilde gerçeği yansıtmadığı izlenimine kapılmıştım.
Hırvatistanın en popüler milli parklarından bir tanesi olan Plitvice içinde birbirine şelalelerle bağlı 16 tane gölün olduğu yemyeşil bir doğa harikası...
Milli park girişinde uzun ya da kısa parkur için bilet alınıyor, uzun parkur 6; kısa olan ise 3 saat sürüyor... 
Kurallar çok net: suya değmek; çöp atmak; balık avlamak; köpekleri serbest bırakmak; parkur dışı yürümek; kısacası doğal güzelliği bozabilecek ya da etraftaki insanları rahatsız edebilecek her türlü davranış yasak... Hırvatlar doğa ile öyle içiçe ki böyle bir yeri korumak için ekstra bir efora gerek duymamışlar, sadece kuralları koymuşlar, etrafta ne bir bekçi; ne bir çöp; ne de kurallara uymayan herhangi bir insana rastlanıyor. Mesela yüzlerce yıllık ağaçlardan bazıları göllerin içine devrilmiş; doğayı bozmamak adına sadece parkuru tıkayan kısmını düzgünce kesip, çıkarmışlar ve çıkan parçaları da yan tarafa insanlar belki oturmak isterler diye tabure yapmışlar. Herkes aynı parkuru kullandığı için kalabalık içinde kalma olasılığı hep olsa da; biraz geride kalarak kalabalıktan kurtulabilir ve bu doğa harikasının tadını sakince çıkarabilirsiniz. Biz de böyle yapıyoruz ve büyük şelalelerden birinin önünde oturarak, bu eşsiz manzarayı belleklerimize kaydetme fırsatını yakalıyoruz.
Plitvice gölleri inanılmaz renklere sahip, insan gözlerine inanamıyor. 3 saat boyunca gözlerimiz yeşilin her tonu ile tanışıyor ve şelalelerin sesi kulaklarımıza terapi gibi geliyor. 
3 saatlik turu tamamladığımızda karnımız zil çalmakta olduğundan atıştıracak bir şeyler arıyoruz ama bu girişimimiz başarılı olmuyor. Parkın girişinde satılan tuhaf görünüşlü hamurlara kaldık diyerek; bu standlara yöneliyoruz, sonuçta sandığımızdan çok daha iyi bir şeyle karşılaşıyoruz: Strudel; hem de ev yapımı… Özellikle şeftalilisi şaşırtıcı derecede lezzetli…


SİBENİK
Sibenik'te bir sanat galerisinin önü
Plitvice sonrasında geceyi geçireceğimiz Sibenik’e doğru yol alıyoruz. Sonunda adriyatik güzel yüzünü azda olsa gösteriyor dağların arasından... Sibenik girişinde bizi ilk karşılayan komünizm zamanından kalma bloklar olsa da, merkeze doğru ilerleyince görüyoruz ki burası deniz kenarına kurulmuş, dantel gibi görünen bir ortaçağ kasabası... Oteli önceden ayırtmadığımız için arabadan kurtulup şehri keşfetmek istiyoruz ancak park yeri bulmak biraz zor oluyor. Sonunda arabayı terk edip şehrin ana meydanına yürüdüğümüzde muhteşem bir balkan çingene müziği karşılıyor bizi gün batımının sarı ışığı ile birlikte... 
Sibenik’teki St. James kathedrali Dalmaçya’nın en önemli kathedrallerinden bir tanesi ve UNESCO Dünya Mirası kapsamında; en önemli özelliği hiçbir tuğla ya da ahşap destek olmaksızın sadece civardaki adalardan getirilmiş taşlardan yapılmış olması; dünyanın sadece taştan yapılmış en büyük kathedrali olma özelliğine sahip.
Sibenik’te ayrıca 15. ve 16. Yüzyıllardan kalma güneşli, nefis bir meydan, sanat galerileri, kafeler, dar sokaklar kalbinizi çok geçmeden fethediyor..
Oteli bulup yerleştikten sonra yeniden o meydana dönüyoruz, hem müzik; hem de yemek yiyeceğimiz Pelegrini’yi bulmak için... Pelegrini Sibenik’te güzel bir yemek için 2 adresten biri... Kathedralin hemen karşısında merdivenlerin üzerinde yer alması ile Sibenik’in en güzel manzarasına sahip olduğu söylenebilir. Buna bir de iyi mutfak, müthiş bir Hırvat şarapları menüsü, çok yavaş ama sevimli bir servis ve mehtap eklenince rüya gibi bir gece oluyor. Meydanın karşı köşesinden gelen nefis çingene müziğini de unutmamak lazım.
Sibenik'te sokak müzisyenleri...

PRIMOSTEN VE TROGIR ÜZERİNDEN SPLIT
Sabah kahvelerimizi o güzel güneşli meydanda içtikten sonra yeniden yollara dökülüyoruz. Yolda gördüğümüz manzaralar aklımızı başımızdan alıyor; denizin turkuvaz yansımaları; ağaçlar ve denize bir dantel gibi uzanan küçük güzel kasabalar…
Primosten’e kadar dayanamayarak, yolda beğendiğimiz bir yerde durup kendimizi turkuvaz sulara bırakıveriyoruz… 
Daha mayolarımız kurumadan Primosten’e varıyoruz ancak park etmek pek mümkün olmuyor. Burası da kıyıya yakın bir ada görünümünde, karaya bir köprü ile bağlanmış gibi duruyor. Çok rafine bir görüntüsü olan Primosten’in bir de halk plajı var ki; mahşer yeri gibi… Özellikle plajını gördükten sonra burada durmayıp; Trogir’e devam etmeye karar veriyoruz; yolda beğendiğimiz yerlerde denize girebilme lüksünü yaşadıktan sonra halk plajı pek de tat vermez oluyor.
Yol boyunca bir deniz molası daha veriyoruz. Her manzara bir öncekinden daha da güzel geliyor ve heyecan uyandırıyor.
Zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan, Trogir’e varıyoruz. Burası barındırdığı Romanesk ve Rönesans mimari örnekleri sebebiyle UNESCO Dünya Kültür Mirasının bir üyesi; karaya minicik bir köprü ile bağlanan küçük bir Venedik’i andırıyor. Hava 50 dereceye yakın olsa da bu bizi tüm Trogir’i gezmekten ve eski Venedik yapılarının fotoğraflarını çekmekten alıkoymuyor. 50 derecenin yarattığı harareti nefis bir Hırvat dondurması ile dindiriyoruz. Her yerde olduğu gibi dondurmalar burada da nefis…

SPLIT
Trogir sonrasında istikametimiz meşhur liman kenti Split… Split’e doğru yaklaştıkça plaj manzaraları yerini uçurumlara bıraktığından bir süre için istediğimiz anda istediğimiz yerde denize girme lüksünden feragat etmek durumunda kalıyoruz.
Split’e geldiğimizde gördüğümüz manzara kocaman bir liman şehri oluyor. Şehrin modern kısmını geçerek, eski şehrin girişinde arabamızı park edip, eski şehrin içindeki otelimizi aramaya koyuluyoruz. Elimizde bavulumuz güneş altında Arnavut kaldırımlı sokaklarında yürümek ve oteli bir türlü bulamamak ufak çaplı bir krize yol açıyorsa da; turist ofisteki görevlinin ağzından kerpetenle aldığımız adres tarifi şehrin en önemli noktası Diclotean palace’ın tam ortası olunca kriz hemen sona eriyor.
Diclotean palace eski şehrin sınırlarını çizen surların ta kendisi ve şehrin tam kalbi. Doğu Roma imparatorluğundan kalan en iyi korunmuş eserlerden bir tanesi, bugün eski sarayın surları içinde canlı bir Akdeniz hayatı yaşanıyor. Burada yaşayanlar hala var ve bu paha biçilmez tarihi mirasa canlılık ve ruh katıyorlar. Bunun yanı sıra tüm sosyal hayat da bu surlar içerisinde yaşanıyor. 
Akşam otelimizin tam karşısındaki antik meydanda zarif bir şekilde ışıklandırılmış antik sütunlar arasında bulunan Luxor Bar’ın basamaklara koyduğu minderler ve mumlar ile yarattığı büyülü ortam bizi kendine doğru çekiyor; gitarıyla Pink Floyd, Deep Purple, Led Zeppelin çalmakta olan bir adam ve şarkıları hep bir ağızdan söyleyen insanlar eşi benzeri pek de görülmeyen bir enstantane yaratıyor.

Diclotean Palace'tan akşam manzarası
Sabah penceremizden görünen harika manzara ile güne uyanıp, nefis "burek"lerin eşsiz tadı ile kendimize geldik. Hırvat börekleri balkan tarzında ağızda dağılıveren bir yapıya sahip, yediğim en lezzetli börekti diyebilirim.  
Artık Hvar feribotuna binmek için hazırdık. 

HVAR ADASI
Düşündüğümüzden uzun süren yol biraz yoruyor bizi, ama Hvar’ın minik limanını görüp; havadaki lavanta kokusunu içimize çekince yorgunluğumuz uçup gidiveriyor.
Şimdi ihtiyacımız olan şey kesinlikle güzel bir plaj derken, önce mavi bayrağı, sonra denize uzanan üzerinden tüllerin uçuştuğu locaları görüyoruz. Hiç konuşmaksızın içeri doğru yönelip, bizi karşılamaya gelen güzel kıza "iki şezlong rica ediyoruz" diyoruz; kız şaşkınlık içinde "Now?" diye haykırıyor, müdürünü çağırıyor. Müdürle de aynı sahneyi yaşadıktan sonra kız geri geliyor "şezlong başına ücretimiz 50 Euro, ama saat akşam 6.00, ben sizi görmedim, buraya oturabilirsiniz" diyerek, bize güzel bir yer veriyor. Bize gösterilen localara kuruluveriyoruz. Burası biraz klüp havasında olan Suncani Hvar Hotels ailesine ait Bonj ‘les Bains… 
Olağanüstü bir ortam, mavi beyaz minderli ahşap şezlonglar, özel kabinler, denize doğru çıkan ahşap platformlar, uçuşan tüller ve tam karşımızdaki platformda kendi başına güneşlenmekte olan büyük şapkalı kadının yanında duran buz kovası içerisindeki Moet&Chandon ve yarısı içilmiş bir kadeh, kendimizi bir filmdeymişiz gibi hissetmemize sebep oluyor. Biz de gün batımını bir şişe Roze ile karşılıyoruz, deniz rüya gibi…
Akşam tüm zemini akvaryumla kaplı olan restaurant Gariful’da rezervasyonumuz var. Akvaryumun içerisindeki nüfus Istakozlar tarafından domine ediliyor ve Istakozlar bol zeytinyağı ile ızgarada pişiriliyor. Enfes bir lezzet ızgara ıstakoz ve ink risotto ile damak tadımızın sınırlarını zorluyoruz.

Hırvatistan'daki en müthiş gastronomik keşfimiz; Ink Risotto

KORCULA ADASI
Sabah önce Split’e oradan da Korçula adasına yapılan Feribot yolculukları oldukça uzun sürüyor. Sonunda adaya ayak basıyoruz ancak Korçula Town ve otelimizin bulunduğu Lumbarda adanın diğer tarafında olduğundan uzun feribot yolculuğuna bir de 50 km’lik virajlı bir otomobil yolculuğu ekliyoruz. Otelin bulunduğu Lumbarda demi-sec Korçula şarabının yapıldığı meşhur Grk üzümlerinin yetiştiği bağlarla dolu bir bölge. Hafif maviye çalan yaprakları ile Grk bağları ve ince kumlu kumsalları ile Lumbarda kafa dinlemek için son derece uygun bir kasaba… Biz de burada biraz kafa dinlemek niyetiyle deniz kenarında bir villa olan Villa Sokol’a yerleşiyoruz. Ev sahiplerimiz Blajenka ve Zoran bizi ev yapımı şarap ve peynirle karşılayarak, kocaman bir daireye yerleştiriyorlar, koyu tepeden gören bir de balkonumuz var. Evin önünde özel bir plaj ve ne zaman istersek kullanabileceğimiz bir kano var, bu güzel koyu keşfetmenin en hoş yolu kanoyla açılmak olduğundan biz de kanoyu alıp, karşıda üzeri çam ormanları ile kaplı olan adaya gidiyoruz. 
Korçula Marco Polo’nun doğduğu ada olarak biliniyor. Merkezi Korçula Town biraz yüksekte surların ardında balık kılçığı şeklinde bir plana sahip, hoş bir ortaçağ kasabası…
Günbatımı için deniz fenerinin tepesinde bulunan meşhur bar Massimo’ya gidiyoruz. Korçula’da izleyebileceğiniz en güzel gün batımı manzarasına sahip olan bu nefis bar; ne yazık ki çığlık çığlığa bağıran Amerikalı ve İngilizler ile dolu bir yer olarak çıkıyor karşımıza. Fenerin tepesine çıkmak için biraz sıra beklemek gerekiyor. Sonunda büyük zorluklarla yukarıya çıkıyoruz, öyle kalabalık ve gürültülü bir ortam var ki, biraz hayal kırıklığı yaratıyor ister istemez. Yine de sonunda köşede nispeten sakin bir yer bulup, batan günü sakin bir şekilde uğurlamayı başarıyoruz.


STON
Korçula’da bolca dinlendikten sonra yeniden düşüyoruz yollara, feribotla Korçula’dan Orebiç’e geçiyoruz, bu kez istikamet Ston… Peljesac yarım adasının ucundan içeri doğru giderken sayısız şarap bağları ve nefis manzaraları geride bırakıyoruz. Burası ülkenin en kaliteli şaraplarının yapıldığı yarımada…
Ston Hırvatistan’ın tuz deposu ve ülkenin tüm istiridyesinin yetiştiği bölge, bizim de Ston’a gitmekteki tek amacımız ise meşhur Kaptenova Kuca’da erken bir akşamüzeri yemeği yemek ve taze istiridyelerin tadına bakmak.
Ston'da taze istiridyeler
Akşamüzeri güneşi Mali Ston limanına vuruken, Kapetanova Kuca’nın yaşı biraz geçkin ama ne yaptığını gayet iyi bilen garsonu karşılıyor bizi… Bir şişe Krancic Poşip beyaz şarap eşliğinde, taptaze istiridyeler ve bu tatilin en önemli gastronomik keşfi ink risotto ile uzun ve keyifli bir erken akşam yemeği yiyoruz. 

DUBROVNİK
Dubrovnik
Dubrovnik’e kadar gördüğümüz yol manzaraları gözlerimizi kamaştırıyor. Nefis bir gün batımı, kurdele gibi kıvrılarak akıp giden bir yol, aşağıda masmavi Adriyatik… 
Dubrovnik’e geliyoruz. Etraf kalabalık, park yeri bulmak imkansız. Sonunda surların dışında bir park yeri buluyoruz. Bu büyülü şehre asma köprüden geçerek, Pile kapısından giriş yaptık, bir zamanlar bu köprünün her gece kapatılıp kilitlendiğini ve anahtarının da prense teslim edildiğini düşününce, insan kendini zaman tünelinde gibi hissetmeye başlıyor. Sonra da bu hissiyatı bozacak hiçbir şey görmüyorsunuz etrafınızda. Eski şehrin ana caddesinde yürümeye başlıyoruz. İlk dikkatimi çekenler sanki şehir mumlarla ışıklandırılmış havası verecek kadar zarif bir ışıklandırma, pırıl pırıl parlayan taş sokaklar, yerler öyle temiz ki kendi yansımanızı görüyorsunuz neredeyse. Heryer tarih dolu, 3 kat surlarla çevrilmiş bir pasta şehir, sanki birazdan korsanlar saldıracakmış gibi bir hisse kapılıyorum bir ara… Kathedralin bulunduğu meydanda neşe ile futbol oynayan çocuklara bakıyorum; nerede olduklarının farkında bile değiller. Burada bir müze kentten çok daha fazlası olduğunu görmeye başlıyorum; turistlerden bağımsız tatlı bir hayat var burada...
İtiraf etmeliyim ki Dubrovnik’in abartıldığını düşünüyordum; bu kadar etkileneceğimi hiç tahmin etmemiştim. Müthiş bir kalabalık ve sıcak olmasına rağmen şehir nefesimizi kesiyor. Limanda oturup sakince bu şehri hafızalarımıza kazımaya çalışıyoruz. Ve yarın sabah surların üzerinde yapacağımız 2,5 km’lik yürüyüşün hayallerini kurarak, otelimize dönüyoruz.
Sabah tabii ki planladığımız gibi 7.00’de kalkamıyoruz. Hava öyle sıcak ki insan buharlaştığını hissediyor. Meydandaki cafelerden birinde kahvelerimizi yudumlayarak bu sıcak havada yapacağımız duvar turu için cesaret topluyoruz. Sonra gözlük, şapka ve sularımızı kuşanıp deniz tarafındaki merdivenlerden çıkıyoruz surların üzerine. Başlıyoruz yürümeye, önce turkuvazın her tonuyla ışıldayan deniz manzarası ve yemyeşil Lokrum adası büyülüyor bizi. Sonra içlere doğru yürüyoruz, taş binalar ve turuncu damlardan oluşan manzara öyle ahenkli görünüyor ki… Aşağıda sokak çalgıcılarının sesleri birbirine karışırken; karşıda tarihi bir binanın çatısını tamir etmekte olan adamlar ilginç bir manzara sunuyor.
Turuncu ve turkuvazın verdiği neşe miydi bizi motive eden ya da limanın her an bir korsan gemisi yanaşacakmış gibi olan görüntüsü müydü bilmiyorum; ama tüm o sıcağa rağmen neşe içinde duvar turumuza devam ediyoruz. Hele denizin kenarındaki kısma geldiğimizde aşağıdaki renkler, kayalıklar, yelkenliler ve kocaman bir yolcu gemisinin de bu cümbüşe katılması bizi kendimizden alıyor.
Her ikimiz de sırılsıklam bir şekilde duvardan aşağı doğru inerken etraftaki lokantalardan gelen nefis deniz ürünleri kokuları aç olduğumuzu fark etmemize neden oluyor. Hafif bir öğle yemeğiyle kendimizi ödüllendiriyoruz.
Dubrovnik'te 2,5 km'lık duvarın üzerinden manzara...

Dubrovnik; büyüleyici bir renk
BRELA VE MAKARSKA RIVIERA 
Dubrovnik sonrası artık dönüş rotasına geçiyoruz, bu akşam konaklayacağımız yer, öyle çok sofistike bir yer değil, daha çok yerli turistlerin ve çocuklu ailelerin gittiği Makarska Riviera’da bulunan Brela. Bizim Brela’ya gitme sebebimiz ise 6 km’lik beyaz çakıllı nefis plajları ve olağanüstü gün batımı...
Küçücük bir sayfiye yeri burası… Çocukluğumun bozulmamış minicik sahil kasabalarını hatırlatıyor. Beyaz minik evlerin balkonlarına begonviller sarılmış, etrafta yazlıkçı Hırvatlar görülüyor. Uzun ve güzel beyaz kumsallar, sadece iki kişinin oturabileceği büyüklükte olduğundan sevgilileri ağırlayan kovuklarla bölünüyor. Arkada çam ormanları, havada çam kokusu ve kulaklarınızda cırcır böceklerinin senfonisi ile gerçekten zamanda geri gitmiş gibi oluyorsunuz.
Doğruca plaja gidiyoruz, Southern Comfort Beach Bar, nefis Margaritalarıyla gün batımını bir şölene dönüştürüyor. Gün sanki burada bir başka turuncu batıyor. Margaritalarımızla masmavi denizin içinde otururken, plaj da boşalıyor. İnanılmaz bir günbatımı gerçekten…
Brela'da gün batımı
Daha önceden bir yer ayarlamadığımızdan, küçük bir tur sonrası Villa Neva isimli sobeyi buluyoruz. Sobe, Hırvatça pansiyon anlamına geliyor, genelde bir odalarını kiraya veren ve içerisinde normal bir aile yaşamı olan evler oluyor sobeler… Bizim de bu akşam, temiz, kocaman bir banyosu ve begonvilli bir balkonu olan bir odamız ve aşağıda anneanneden toruna kocaman bir ailemiz var.
Akşam yemeğini sahilde bulunan meşhur Konoba Feral’de yiyeceğiz. Önünde sıra olmasına rağmen 10 dakika içinde masamıza oturuyoruz. Şarabımız Zlatan Poşip eşliğinde Pag Peyniri & domates; karidesli salata; nefis sarımsak sosu ile ızgara ahtapot ve kalamar masamızda bir yaz şöleni oluşturuyor.

ZADAR
Dalmaçya tatilimizin son durağı olan Zadar hem zengin tarihe sahip eski şehri; hem de ilginç sanat çalışmaları ile öne çıkan bir şehir. Nispeten daha az bir turist kalabalığına sahip, buna rağmen canlı bir sosyal hayatı var; müzeler, roma kalıntıları, güzel restaurantları ile dikkat çekiyor.

Otelimiz Villa Hresc, tatil boyunca kaldığımız en iyi otel oluyor. Her ayrıntının düşünüldüğü, şık ve fonksiyonel bir konaklama alternatifi sunan Villa Hresc, eski Zadar’a uzaktan bakan konumuyla da müthiş bir manzara sunuyor.
Odamızın kocaman balkonundan paha biçilmez Zadar manzarası ve her geçen saat biraz daha güzelleşen gün batımını izledikten sonra eski Zadar’a doğru yola çıkıyoruz.
Zadar’ın en hoş geleneklerinden bir tanesi 850 yıldan beri süregelen eski şehre kırmızı ahşap kayıkla geçme geleneği, bu kayıkçılara "barkarioli" deniyor… Artık eski şehri karaya bağlayan bir köprü ve otobüsler olmasına rağmen bu geleneği sürdüren bir barkarioli hala var. Eski şehre barkarioli ile geçmenin avantajları çok fazla; öncelikle romantik bir yöntem ve bu şehre yakışıyor, kısa sürüyor (güzelim kayıkla gün batımında gitmek varken, otobüste sıkışmak mı?), üstelik sadece 5 kuna, yani çok ucuz…
Zadar'ın ünlü "barkarioli"si...
Biz de bu geleneğe uyuyoruz ve yavaş yavaş yaklaşmakta olan kırmızı kayığı bekliyoruz iskelede… Yaşlı barkarioli delikanlı çevikliğinde çekiyor kürekleri, yaklaştıkça kulağımıza çalınan Nirvana ezgileri de cabası… Eski Zadar’a gün batımında “smells like teen spirit” eşliğinde varıyoruz.
Doğruca Zadar’ın sunduğu en ilginç deneysel sanat eserleri “deniz orgu ve güneşe selam”’ı görmeye gidiyoruz. Bu deneysel ve gücünü tamamen doğadan tasarımlar Hırvat mimar Nicola Basic tarafından tasarlanmış.
Deniz orguna (sea organ) yaklaştığımızı duyduğumuz düzensiz ve tuhaf seslerden anlıyoruz. Burası gün batımının en güzel göründüğü noktaya konumlanmış, oturup hem gün batımını izleyip; hem de bir süre sonra hipnotize etmeye başlayan denizin müziğini dinleyebileceğiniz şekilde tasarlanmış bir yer. Özellikle fırtınalı havada ya da açıktan büyük bir tekne geçtiği zaman sesler iyice coşarak etkisini daha da arttırıyor.
Deniz orgunun hemen yanında “güneşe selam” (sun salutation) bulunuyor. Tüm gün güneş enerjisini toplayan 22m çapında kocaman bir daireden oluşan sanat eseri, gece olunca tüm gün topladığı enerjiyi renkli ışıklar halinde yansıtıyor. Gece deniz orgunun sesiyle birleşen renkli ışıklar, gücünü doğadan alan alternatif bir gece kulübü oluyor sanki… Renkli ışıklar saçan kocaman dairenin üzerinde yatanlar, dans edenler, öpüşenler ya da sadece duranlarla hiçbir yerde göremeyeceğiniz bir manzaraya şahit oluyorsunuz.
Bu eşsiz deneyim sonrasında akşam yemeği için yine Zadar’ın iyi restaurantlarından bir tanesi olan Kornat’a gidiyoruz. Yemeğimize Trüf mantarı çorbası ile başlıyoruz, ardından da dülger balığı ile devam ediyoruz. Şarabımız Korak Chardonnay, tatilin en iyi şaraplarından bir tanesi… Burada servis hem çok iyi ve hızlı; hem de garsonlar çok sevimli… Bu güzel yemekle tatilimizin bitişini kutluyoruz.
Yine kırmızı kayıkla dönüşe geçmek üzere bu sefer eski şehir tarafındaki iskelede bekliyoruz. Kayık bize doğru yaklaşırken bu sefer de Queen ezgileri kaplıyor havayı…

I've paid my dues -
 Time after time - 
I've done my sentence 
But committed no crime - 
And bad mistakes 
I've made a few 
I've had my share of sand kicked in my face - 
But I've come through 
We are the champions - my friends
And we'll keep on fighting - till the end -
We are the champions -
We are the champions
No time for losers 

We are the champions - my friends 
And we'll keep on fighting - till the end - 
We are the champions - 
We are the champions 
No time for losers -
Cause we are the champions - of the world -


FAYDALI ADRESLER:

Öncelikle seyahatinizi planlarken işinize yarayabilecek linkler;

Adalara gideceksiniz, feribot hatlarını kontrol edip, özellikle arabanız varsa biletleri önceden almanız önerilir.İşte Hırvatistan deniz yolları web-sitesi;


Seyahatinizi planlarken işinize yarayabilecek bir başka link;


Biz Hırvat beyazlarına bayılmıştık, gitmeden önce Hırvat şarapları hakkında biraz bilgilenmek iyi olabilir;


SIBENIK

PELEGRINI

Jurja Dalmatinca 1, Sibenik 2200, Croatia
+385 22 213 701


Rüya gibi bir lokasyonda, muhteşem Hırvat mutfağının en 

güzel örnekleri... Kaçırmayın!


SPLIT

DIOCLETIAN ROOMS
Poljana Kneza Trpimira 2, Split, Croatia

Burası tipik bir otel değil, daha çok bir apartman dairesi olarak tarif edilebilir. Telefon ya da web-sitesi yok, ama bütün bilinen rezervasyon siteleri ile rezervasyon yapabilirsiniz.Hayal bile edilemeyecek kadar güzel bir lokasyonu ve manzarası var. Sabah uyandığınızda bin yıllık Diocletian kulesi yataktan görünüyor.

HVAR

GARIFUL

Riva, 21, Hvar, Hvar Island, Croatia
+385 (0)21-742-999


Hvar limanında şık ve lezzetli bir restoran... Tüm deniz ürünleri taptaze ve Istakozu dışarıdaki ızgarada zeytinyağı ile pişiriyorlar...İçeri girdiğinizde içinde Istakozlar olan dev bir akvaryumun üzerinde yürüyorsunuz.

SUNCANI HVAR HOTELS


Hvar, Hırvatistan'ın en havalı lokasyonu ve Hvar'ın en iyi otelleri de Suncani'ye ait ve hepsi riya gibi... Hvar'a gidiyorsanız hakkını vermek için biraz bütçeyi gözden çıkarın derim... Benim yazıda anlattığım rüya "beach club" da Hotel Amfora'nın plajı...


KORÇULA

VİLLA SOKOL

Lumbarda 44, Lumbarda, Korcula Island 20263, Croatia

+385 (0) 98 344 182

Korçula'nın merkezinden uzakta tam bir kafa dinleme ve deniz tatili yapma mekanı; odalar dev gibi ve koya bakan nefis balkonları var, önünde özel bir plajı var. Ev sahipleri de harika...

KONOBA MARETTA

Ulica Sv. Roka 4

+385 (0)20 711144


Korçulanın atmosferik eski şehrinde tipik Hırvat konoba'sının en iyi örneklerinden...



STON


KAPETANOVA KUCA

Mali Ston limanında, (Kaptanın yeri)

Denizden yeni çıkmış taptaze istiridyeler...

+385 (0) 20 754555


DUBROVNİK

BERKELEY HOTEL

Andrije Hebranga 116A, Dubrovnik 20000, Croatia00 385 (0) 20 494 160http://www.berkeleyhotel.hr

Dubrovnik'in en iyi orta sınıf otellerinden biri...


VILLA DUBROVNIK

Vlaha Bukovca 6, Dubrovnik 20000, Croatiahttp://www.villa-dubrovnik.hrRomantik ve lüks bir otel arıyorsanız, burası...

RESTAURANT AMFORA
Obala Stjepana Radica 26, Dubrovnik 20000, Croatia
+385 (0) 20 419 419
Modern Hırvat mutfağının en iyi örneklerinden...


BRELA

KONOBA FERAL
OB.KNEZA DOMOGOJA 30, Brela, Hırvatistan
+385(0)21 618909

Deniz kenarında tan bir akdeniz aile işletmesi ve Hırvat mutfağının iyi bir örneği...


ZADAR

VILLA HRESC
Obala Kneza Trpimira 28, Zadar, Hırvatistan 

Zadar için harika bir lokasyonda, içi yenilenmiş, panaromik manzaralı fearh bir otel... 

KORNAT
Liburnska obala 6, 23000, Zadar, Hırvatistan
+385 23 254 501
Zadar'ın en iyilerinden bir tanesi...