Bundan tam 14
sene önce tanıştığımızda eşim Okan Paris’te; ben ise Ankara’da öğrenciydik... O
zamanlardan, bu zamana defalarca Paris’e gittim, bu zaman içinde Paris değişirken, onunla birlikte ben de olgunlaştım diyebilirim. İnsanın kendisi için çok fazla şey
ifade eden bir şehir hakkında yazması gerçekten çok zor...
Bugün
gittiğimizde artık çoluğa çocuğa karışmış olan arkadaşlarımızla paha biçilmez
vakitler geçirmeyi; bazen yeni bir şeyler keşfetmeye tercih ediyor olabilirim.
Zira Paris’te mutlu olabilmek için en “hip” yeri keşfetmeye gerek yok; Pont des
Arts’ın üzerinden manzaraya bakmak yeterli... Zaten Paris’i de Paris yapan
bu...
Bu yüzden
sizlerle birbirinden ayrı zamanlarda Paris’te yaşanmış bir kaç “an”ı paylaşmak
istedim. Tavsiyelerimi de ayrı bir yazıda paylaşacağım.
PARİS’TE BİR BAHAR GÜNÜ
“Bugün sanırım
bu güzel şehirde geçirdiğim 3. doğum
günüm... 31 yaşımda oldum ve hayatımda ilk defa yalnız vakit geçirmekten bu
kadar mutluyum.
Öğlen, yıllar
önce Sartre’ın, Hemingway’in vakit geçirmekten hoşlandığı bir St Germain
kafesi; Le Deux Magot’da kendime bir doğum günü ziyafeti çekiyorum. Hava ışıl
ışıl, Paris sokaklarında bahar havası esiyor; uzun boylu garson roze Sancerre’i
kadehime doldururken gülümsüyor. Mayıs olduğundan taze kuşkonmaz menüsü çıkmış;
bahar güneşi kemiklerimi ısıtırken, kuşkonmazlarımın gelmesini bekliyorum büyük
bir keyifle... Bir yandan bu yazıyı yazıyorum; bir yandan da insanları
izliyorum.
O gün Le Deux Magots'a oturmadan önce çektiğim fotoğraf |
İstanbul’da
yaşarken nasıl farkına varmıyorsak ne kadar güzel bir şehirde yaşadığımızın;
Fransızlar da farkında değiller Paris’in büyüsünün... Onlar da rutin hayatın
koşuşturmacası içinde kayıplar. Bir an rutinimden çıkabildiğim ve bir Çarşamba
günü Paris’in tadına varabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum.
Arkamdaki
İngilizler Oscar Wilde’ın ölüm yatağını ve mezarını görmek istediklerinden
bahsediyorlar. Hani şu Pere Lachaise mezarlığında, üzeri öpücük izleriyle dolu
olan mezar... Mezarlığın güzelliğini ve benim de bir zamanlar Jim Morrison’un
mezarını görmek için oraya gittiğimi hatırlayınca, eleştirecek bir şey yok gibi
görünse de; çok direkt bir açıdan bakarsak “Neden hayran olduğumuz insanların
ölümleriyle ilgili bir şeyler görmek isteriz?” diye düşünmeden edemiyorum. “Onların
da ölümlü insanlar olduğunu kendimize hatırlatmak için mi?” yoksa “Ölümlü
insanların da hayran olmaya değer olabileceği gerçeğinden güç almak için mi?”...
Kendi açımdan bu soruyu yanıtlamaya çalışıyorum bir süre, ama cevap çok da
netleşmiyor kafamda...
Öğle yemeğinden
sonra St Germain’in ara sokaklarında uzun bir yürüyüş yapıyorum; minik
butikler, St Sulpice kilisesi, küçük sokaklar derken yol beni Mabillion
üzerinden yeniden Odeon’a getiriyor. Siyah topuklu sandalet arayışındayım bir
yandan, yol üzerindeki bütün ayakkabıcılara bakıyorum ama aradığım gibi bir şey
bulamıyorum, aslında bunun hiçbir önemi de yok. Önemli olan burada salına
salına o sandaletleri arayabiliyor olmak...
Odeon’dan
yukarıya, Luxembourg parkına doğru yürüyorum... Parkın demir parmaklıkları
boyunca yine bir fotoğraf sergisi var; dünyadan portreler... Dünyanın dört bir
yanından normalde karşılaşmayacağınız çeşit çeşit insanın portrelerine hayran
hayran bakarak kapıdan giriyorum. Parkın içi cıvıl cıvıl, Bazı Parisliler
koltuklarda oturmuş, ayakkabılarını çıkarmış, bir şeyler okuyarak; bu güzel
günün tadını çıkarıyorlar. Torunlarını parka getirmiş insanlar var etrafta...
İleride bir yerde, çocuklarla ilgili bir aktivite var. Ve işte tüm cıvıltı da
oradan geliyor... Bir köşede de mini bir caz konseri var... Bir banka
oturuyorum, oturduğum yerden Eiffel minicik görünebiliyor. Çantamdan kitabımı
çıkarıp kalabalığa karışıyorum ben de...
Parktan bir manzara |
Akşam Mabillion
metrosu çıkışında elinde bir demet gül ile beni bekleyen Okan’la buluşuyoruz.
İdeal bir doğum günü manzarası bu...”
.......................................................
İSTİRİDYE KRALI REGIS’LE BİR GECE
Mabillion
metrosunun hemen karşısında küçücük bir restoran; birkaç masa, jilet gibi beyaz
örtüler, kibar bir ışıklandırma... Burası Huiterie Regis...
Regis alelade
bir restoran değil; sadece istiridye ve kerevitten oluşan bir menüsü var. İçki
menüsü ise çok özel; zira
menüde bulunan tüm şaraplar, konyaklar vb. artizanal kaynaklardan geliyor ve
hepsi çok iyi. Tatlı olarak da sadece enfes bir elmalı pay var... Menü sadece
istiridye sevenlere hitap eden kısıtlı bir menü ve restoran küçücük ama her şey
birinci sınıf...
“Biz de Paris’teki
son gecemizi çok sevdiğimiz Regis’te (ya da Regis’le) geçirmeye karar
veriyoruz. Rezervasyon saatinde kapıya geliyoruz ama masaların hiçbiri boş
değil; Regis bizi güler yüzle karşılayıp, özür diliyor sonra da hemen bara
oturtup, kendine açtığı nefis Sancerre’den ve yine kendine aldığı enfes “saucisson”lardan
hızlıca dilimleyip önümüze koyuveriyor, sanki misafir ağırlıyormuş gibi...
Çok geçmeden
masamıza geçiyoruz, istiridyelerimiz geliyor... Ön masadaki çok gürültülü
Amerikalılar sebebiyle birbirimizi pek duyamıyoruz ve bir an evvel hesabı
ödeyip kalkmalarını umuyoruz. Kimse birbirini duyamadığından bütün masalardaki
çiftler arasında benzer umutlar taşıyan bakışmaları yakalıyorum. Neyse ki çok
geçmeden kalkıyorlar... Böylece bir
Pazar akşamı, saat 10.00 sonrası bu minik mekanda Regis , iki Fransız orta yaş
üzeri çift ve biz kalıyoruz.
Çiftlerden bir
tanesi 15. Evlilik yıldönümünü kutlayan, tatlı, sarhoş bir çift... Adam, bu
akşam için çok güzel kırmızı bir elbise giymiş olan karısını ikide bir yerinden
kaldırıp, kucağına oturtup öpüyor ve ona çok aşık olduğunu tüm dünyaya ilan
ediyor... Birlikte çok eğleniyorlar...
Diğer çift ise
çok daha sakin bir izlenim vermelerine rağmen çok geçmeden, öbürlerinden
etkilenip, neşeleniyorlar. Böylece herkes biriyle sohbet etmeye başlıyor. Regis
de bir şişe Sancerre açıp, herkese ikram ediyor, kendine de bir kadeh koyup
bara oturuyor. Kendisine bizi hatırlayıp – hatırlamadığını soruyoruz. Cevap
olarak “Tabii ki sizi hatırlıyorum. 2004-2006 arasında çok sık geliyordunuz”
diyerek, kalbimizdeki yerini daha da sağlamlaştırıyor. Biz de kendisine 10
yıllık beraberliğimizde çok önemli bir yeri olduğunu, zira öğrenci halimizle
istiridye yiyebilmemize sebep olduğu için, ilişkimize her zaman keyif kattığını
söylüyoruz. Hiç yoktan olağanüstü bir Paris gecesinin bir parçası oluveriyoruz...”
O gece Regis konukları için şarap seçerken |
Bu Huiterie
Regis’te geçirdiğimiz onlarca mükemmel geceden sadece bir tanesiydi. Burası,
her geldiğimizde sanki bir arkadaşımıza yemeğe gelmişiz gibi bir hisle dolup;
ayrılırken de mutlaka kendisini iki yanağından öpüp, “görüşmek üzere” diyerek
ayrıldığımız bir yer.
Geçtiğimiz Ekim
ayında kendisini son ziyaret ettiğimde, 10. Senesini kutladığını söyledi...
Yani neredeyse kendisini dükkanın ilk açıldığı günden bu yana tanıyormuşuz.
Bunları konuşurken de anneme ve bana konyak ikram ediyordu.
Yabancı yayınlarda
çok iyi değerlendirmeler alan Regis’in artık kapısında kuyruklar oluşuyor. Ama
o, aynı alçakgönüllülükle işini yapmaya devam ediyor. Dünyada kaç restoran
sahibi konuklarıyla böyle bir iletişim kurabilir bilmem; ama bu insanlardan
dünyada daha çok olsa dünya daha güzel bir yer olur.
...........................................................
PONT DES ARTS ÜZERİNDEN ŞEHRE BİR BAKIŞ
“Yazdan kalma
bir ilkbahar günü, Odeon’daki süper markete giriyoruz... Birbirinden güzel
peynirler, şarküteri ürünleri, baget ekmek, taptaze çilekler ve bir salkım üzüm
alıyoruz... Tabii bir şişe de şarap... Çantamızda bir örtü, kağıt tabaklar ve
plastik ayaklı kadehler... Yanımda çakı taşıyacak kadar genç olduğum zamanlar
olduğu için ekstradan bıçağa gerek olmuyor... Bütün bu
malzemeyi sırt çantamıza doldurup, Seine nehri üzerindeki en favori köprümüz
Pont des Arts’ın yolunu tutuyoruz.
Köprüden Eiffel'e bakış (başka bir gün) |
Hava çok güzel, günlerden de Cumartesi
olması sebebiyle tüm şehir buraya, bizimle aynı şeyi yapmak için akın etmiş
gibi... Neşeli kalabalık arasından yürüyerek, kendimize bir köşe bulmayı
başarıyoruz... Eiffel tarafına değil de, Pont Neuf’e bakar şekilde oturmayı
tercih ediyoruz, çünkü bu bizim Paris’teki favori manzaramız... Örtümüzü serip,
şık soframızı kuruyoruz. Yavaş yavaş, keyfini çıkararak yemeye başlıyoruz.
Yandaki bir grup arkadaş tirbuşon istiyorlar; çakımı uzatıyorum kendilerine...
Yanımda çakı taşımam epeyce tezahürat alıyor onlardan... Romen bir akordeoncu
kendince romantik müzikler çalıyorsa da çiftlerden pek rağbet görmüyor. Herkes
birbiriyle iletişim halinde... Köprünün üstü fıkır fıkır... Güneş yavaş yavaş
alçalıyor, alçaldıkça bakır rengi bir ışık vuruyor yüzümüze... Günü Eiffel’e
kadeh kaldırarak uğurluyoruz, o an köprünün üzerinde olup da bu büyülü bahar
anını paylaşan herkesle birlikte...”
Bu muhteşem anı
öğrenci olduğumuz yılların nispeten daha özgür ve neşeli Paris’ine aitti.
Bundan yıllar sonra Sarkozy zamanında Paris maalesef tam anlamıyla bir polis
devletini yansıtıyordu. Yine böyle bir bahar gününde aynı şeyi yapmaya
çalıştığımızda başımızda bir kadın polis beliriverdi anında. “Mösyö o gördüğüm
alkol mü?” sorusuna; Okan “alkol değil şarap” diye cevap verince, polis hanım gerildi
ve “Derhal onu çantanıza koyun, bir daha ki geçişimde görürsem 90 Euro ceza
keserim” dedi... Böylece keyfimiz kaçtığı gibi, nostaljik pikniğimiz de suya düşmüş
oldu. Hollande yönetimi, Sarkozy’nin polis devleti etkisini azaltmış gibi
görünse de; yaşadığımız bu olaydan sonra bir daha böyle bir deneme yapmadık, ama köprünün üzerinde yukarıda anlattığım gibi bir
ortam görürseniz; hiç kaçırmayın derim...
*Aşağıdaki
linkten Paris’in açık alanlarındaki içki yasağı ile ilgili detaylı bilgiye
ulaşabilirsiniz, görünüşe göre tamamen yasak değil, ancak bazı kuralları
gözetmek gerekiyor.
...............................................................
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder