Sabah uyanıp heyecan içinde bavullarımızı 5
gün sürecek batı sahili yolculuğu için hazırlıyoruz. Evden çıkıp, köşedeki Il
Valentino’dan sandviçlerimizi alıyoruz ve birer sıcak İtalyan kahvesi
eşliğinde, nehirde kürek eğitimi almakta olan lise öğrencilerini seyrederek
afiyetle sandviçlerimizi mideye indiriyoruz.Tramvayla Houston istasyonuna geliyoruz, daha
önce internetten rezerve ettiğimiz tren biletlerimizi almak için elimizdeki
rezervasyon numarasını makinaya giriyoruz, biletlerimiz düşüveriyor önümüze.
Daha hoş olanı ise trendeki yerimize geldiğimizde, yerimizde isimlerimizin
yazıyor olması oluyor.Bu kapalı havada son derece konforlu ve sıcacık
yolculuğumuz böylece başlıyor. Az sonra kahve arabası dolaşıyor, birer kahve ve
kurabiye ile kocaman pencerelerden yemyeşil İrlanda manzarasını içimize
çekiyoruz. İstikametimiz Galway...
Kamil ve Ger akşam işten çıkınca arabayla bize
katılacaklar.
GALWAY’DE
PUB CRAWL
İki saat süren mükemmel tren yolculuğu sonrasında
Galway’e varıyoruz. İstasyondan çıkınca bizi ilk karşılayan manzaranın; etrafa
bağırıp duran, yeşil ceketli!!! bir sarhoş olması manidar.
|
Giyilesi bir T-shirt... |
Pasta şehir havasındaki Galway’in müzik
gruplarıyla dolu, sevimli sokaklarında kısa bir yürüyüş sonrası Okan’ın tren
yolculuğumuz esnasında booking.com’dan ayırttığı otelimize geliyoruz.
Otelimizin adı “7 Cross Street Boutique Town House”, Galway’in en merkezi
yerinde, yenilenmiş, 600 yıllık bir bina; on tane odası var, her odanın bir
karakteri var, bizim odamız 2 numara, adı da Lancelot... Odaların her biri
birbirinden şık ve her detay düşünülmüş...Otelin kapısından sokağa adım attığınız anda
bir tiyatro dekoruna giriş yapmış gibi oluyorsunuz. İşte burası Galway;
küçücük, renkli, çiçekli, müzikli sokaklarla ve en önemlisi güler yüzlü
insanlarla dolu... Yani tiyatro dekoru falan değil...
|
Galway'in ana caddesi ve Okan |
Otelden çıkıp, köşeyi dönünce şehrin ana
caddesine çıkılıyor, bu cadde üzerinde bir sürü pub bulunuyor, biz de yemeğe
kadar “pub crawl” yapmaya karar veriyoruz, zaten burada yapılması gereken en
önemli aktivite de bu... “Pub Crawl” İngiliz argosundan gelen bir deyim; anlamı
bir gecede birden fazla pub ya da barda bir şeyler içmek, tabii bir pubdan,
diğerine yürüyerek gitmek de esas...
|
Bir pubdan... |
|
Diğer puba... |
Eğer şanslıysanız Galway'de gideceğiniz birçok pubda "trad session"lara denk gelme olasılığınız da yüksek... Ana caddede şöyle bir turladıktan sonra en
güzel müziğin geldiği Taffee ile başlıyoruz turumuza... İçeride gerçek bir trad session var. Müzik
mükemmel, ancak hayal edebileceğim kadar tipik... Manzara da bir o kadar hoş...
Akordeon, flüt, keman, tef... Bir Çinli ve bir de İtalyan üyesiyle çok uluslu
bir orkestra olduğu söylenebilir, ancak aralarında bulunan uzun kızıl saçlı,
pembe suratlı, gülümseyen bir İrlandalı manzaranın da tipik kalmasını sağlıyor.
Tamamen doğaçlama bir müzik, neşe ve kalabalık yönlendiriyor orkestrayı sanki,
kafalarına göre çalıyorlar.
|
Trad Session @ Taffee's |
|
Trad Session @ Taffee's
Bir süre sonra barın kapısı açılıyor, kapıdan
geçirilmeye çalışılan bir bebek arabası görüyoruz, barda oturan birkaç kişi
hemen koşup, bebek arabasının içeri alınmasına yardım ediyorlar. Evet!! bu
bebeğini alıp, müzik dinlemeye puba gelen bir anne ve anneanne... Sanırım bu
hayatımda gördüğüm en sevimli manzaralardan biri; bebek annesinin kucağında
pembe yanaklı gülen yüzüyle müziğe eşlik ederken ortamın ilgi odağı...
|
|
Taffees'de ara vermiş bir keman |
Buradan çıkıp kulaklarımızın yönlendirmesiyle
karşıdaki puba geçiyoruz; buradaki müzik daha heyecansız ama pub ortamı bir
harika, hemen yanımızdaki iri yarı adam “prova yapıyor olmalılar” diyerek,
kahkahayı patlatıyor. Bu arada diğer yanımızda çay içmekte olan, 40lı
yaşlarında güzel bir kadın oturmakta; biz yukarıda asılı olan minik bayraklarla
ilgili konuşurken, “bunları pubun sahibinin torunu boyamış olmalı” diyerek lafa
karışıyor. Sohbetimiz öylece başlıyor, kendisine bir şey ısmarlamak istiyoruz,
çay olur diyor. Bize hayatını anlatmaya başlıyor. Başından geçen iki evliliği,
İngiltere’de yaşayan ve kendisini tamamen İngiliz olarak konumlandıran 21
yaşındaki kızını; alkolizmden nasıl kurtulduğunu; Galway’in yeni bir başlangıç
için dünyanın en güzel yeri olduğunu anlatıyor. Biz de ona İstanbul’dan ve
nasıl tanıştığımızdan bahsediyoruz. En yakınlarımızla yapacağımız türden samimi
bir sohbet oluyor bu... Hem de hiç hesapsız, hiçbir karşılık beklemeden...
Büyük şehirlerde yaşayan insanların dertlerini anlatmak için psikologlara para
verdikleri geliyor aklıma, bir de şu ortama bakıyorum...
|
Tig Coili'de ben |
İçkilerimiz bitince
vedalaşıp, bir başka puba geçiyoruz, ancak yemek saati olduğu için buradaki
müziğin sonuna yetişebiliyoruz. Bu pubun ortamı inanılmaz, eski merdivenleri, ortaçağ
pencereleri ve barın üzerindeki asma kata kurulan sahnesiyle bambaşka bir
havada... Biz içkilerimizi yudumlarken yanımızda oturan orta yaşlı bir
İrlandalı çift bize yeni çıkan cipsten denemek isteyip istemediğimizi sorarak
cips paketini uzatıyor ve sohbet başlıyor. Adam üniversitede hoca, tam bir
dünya vatandaşı; o da Galway’in yaşamak için dünyanın en güzel yerlerinden biri
olduğunu söylüyor. Epeyce siyaset konuşuyoruz, son derece bilgili ve açık
insanlar... Galway küçücük bir kasaba olmasına rağmen buradaki insanlar son
derece açık, pubda tanıştıkları Türk turistlerle hesapsızca her şeyi
konuşabiliyorlar ve kıta Avrupasında çokça rastladığımız ve eğitim seviyesi
yükselse bile değişmeyen önyargılardan onlarda yok...
|
Son gittiğimiz pub ve barın üzerindeki sahnesi |
Gerçekten hayallerimizdeki gibi bir pub gecesi
geçirmiş olmaktan memnun, güzel bir yemek için yolun hemen karşısındaki
Artisan’a gidiyoruz. Burada ikinci kattan Arnavut kaldırımlı yola bakan, mum
ışığı ile aydınlatılmış ve son derece romantik masamıza oturuyoruz. Lokantanın
sahibi Matt işinin başında, servis yapıyor ve tükenmeyen enerjisiyle her şeyi
çekip çeviriyor. Ben antre olarak somonu takiben ana yemek olarak Guinea Fowl
deniyorum; Okan ise midye ile başlayıp, Irish Beef ile devam ediyor. Guinea
Fowl anavatanı Afrika olan bir çeşit yaban tavuğu olarak tanımlanabilir,
internete girildiğinde Türkçesi “beçtavuğu” olarak geçiyor. Etin yapısı tavuğa
çok benziyor ancak daha yumuşak ve etli, tadı da daha aromatik... Ya da artık
gerçek tavuğun tadını unuttuğumuz için bana öyle geliyor... Yemeğin sonlarına
doğru Kamil ve Ger geliyorlar, lokantanın sahibi Matt, saatin 11.30 olmasına
bakmaksızın onlara yemek çıkarmayı teklif ediyor... İşte İrlanda’yı İrlanda
yapan da bu yaklaşım...
|
Artisan'daki masamız |
Sabah son bir Galway yürüyüşü ve müthiş bir
sokak orkestrasının aslen bir İrlanda halk şarkısı olan “Whiskey in the Jar”
performansını dinledikten sonra arabamıza atlayıp yola çıkıyoruz, her şey çok
heyecanlı...
GALWAY’DEN
CLIFFS OF MOHER’E
Galway’den çıktıktan hemen sonra gözümüze bir
İrlanda geleneği olan “istiridye ve Guinness” için doğru adres gibi görünen,
“Paddy Burkes” isimli bir yol kenarı lokantası çarpıyor. Durup tadımlık bir
sabah istiridyesi ve Guinness (tabii arabayı kullanan Ger Guinness içmiyor) molası
veriyoruz. Bu arada da “Cliffs of Moher”e kadar yolu planlıyoruz hep beraber...
|
Bir İrlanda klasiği: İstiridye ve Guinness |
Bu kısa mola sonrası yemyeşil bir doğa ve
bununla uyumlu minik kulübeleri izleyerek yolumuza devam ediyoruz. Bazı
yerlerde gereğinden çok kilise varmış gibi görünüyorsa da, genel manzara sonsuz
bir yeşillik tarafından domine ediliyor. Çok geçmeden Atlantik kıyısında Ballyvaughan
isimli dingin bir köye varıyoruz. Okyanus kenarına park edip, uçuran rüzgara
karşı kıyıdaki minik kulübeye koşuyoruz. Ger birazdan yiyeceği cheesecake için
çok heyecanlı, Stephen Spielberg’in bile cheesecake yemek için buraya geldiğini
söylüyor. Ben ise etrafıma bakıyorum, Allah’ın unuttuğu bu yerde bu kadar iyi
ne olabilir diye düşünüyorum. Derken Tea&Garden Rooms An Fear Gorta
tabelasını görüyoruz, önce bahçeyi geçip, kulübenin sevimli kapısından içeri
giriyoruz. Bizi karşılayan tarçınlı, şekerli hamur kokusu hipnotize edici;
şömineden gelen çıtırtıyla kendime geliyorum. Keklerin ve sconeların durduğu
masaya uzun uzun bakıyorum; böyle bir masaya bakıp, sadece bir şey seçmek
oldukça zor, bu durumda herkesin farklı bir şey yemesini sağlamak esas...
Şöminenin karşısındaki rahat koltuklara kurulup, 4 kişilik çay ve çeşitli
keklerimizi söylüyoruz. İnsan bir süre burada yaşayabilir sanki...
|
Bahsi geçen masa |
|
Meşhur cheesecake |
Bu lezzetli durak sonrasında hiç durmadan
“Cliffs of Moher”e geliyoruz. Burası İrlanda’nın en meşhur manzarasına ev
sahipliği yapıyor; 8 km boyunca okyanusa uzanan, 200 metre yüksekliğindeki
falezlerin en azından bir fotoğrafını görmüşsünüzdür diye düşünüyorum.
Görmediyseniz aşağıda görebilirsiniz.
|
Cliffs of Moher |
Hava kapalı, soğuk ve rüzgarlı ama en azından
yağmur yağmıyor. Falezler üzerinde rüzgara karşı dondurucu bir yürüyüş
sonrasında, müzeyi de geziyoruz. Müze beklenebileceği üzere çok ilginç değil
ama bir martının gözünden falezlerdeki yaşamın anlatıldığı animasyon belgesel
oldukça etkileyici...Müze turu sonrasında Kamil’in bütün
itirazlarına rağmen, müze dükkanından çeşitli İrlanda Pub şarkıları CD’leri
alıyoruz. Tabii bu CD’ler oldukça kötü, ama yine de bizi yol boyunca
oyalıyorlar...
DROMOLAND
ŞATOSU VE DEV TAVŞANLAR
Bu akşam çok özel bir deneyim yaşayacağız.
Ger’le birlikte bu seyahati planlarken, deniz feneri mi kiralasak, şatoda mı
kalsak? Diye düşünüyorduk. İrlanda’daki otel olarak kullanılabilen en iyi şatolardan
bir tanesi olan Dromoland Castle’in yemek ve kahvaltı dahil özel paketlerini farkedince; insan hayata bir kere geliyor, neden olmasın diyerek, bu gece için
Dromoland Şatosunda yer ayırtmıştık.
|
Dromoland Şatosu |
Cliffs of Moher’den sonra uzunca bir yol
sonrası nihayet bu akşamki evimiz Dromoland’in kapılarından içeri giriyoruz. Burası
içinde bir gölü ve bir golf sahasını da barındıran kocaman bir araziye
sahip tipik bir İrlanda şatosu. Göl mazaralı, kocaman yataklı odamıza
geldiğimizde günün yorgunluğu uçup gidiveriyor. Hızlıca duş yapıp, akşam yemeği
için hazırlanıyoruz. 7.30’da şatonun “fine dining” restoranı “The Earl of
Thomond”da rezervasyonumuz var ve bu da bu geceki paketimize dahil.İçeri girdiğimizde rüya gibi bir ortam
karşılıyor bizi; ilk dikkatimi çeken köşede arp çalmakta olan kadın, salonun
şıklığını belirtmiyorum bile. Bir şişe Sancerre eşliğinde yemeğimize
başlıyoruz. Ben antre olarak bıldırcın, arada ahududu sorbe, ana yemek olarak
siyah dil balığı ve Ger’in tatlı olarak ısmarladığı eriyen çikolata topuna
kendimi fazla kaptırdığım için şu an hatırlayamadığım bir tatlı yiyorum... Herkes
birbirinden farklı bir şeyler ısmarlıyor ve her şey eşsiz.
|
Ger'in eriyen çikolata topu tatlısı |
Bu muhteşem yemek sonrasında şatonun
bahçesinde yürüyüşe çıkıyoruz. Uzakta gölün kenarında bir hareket görüyorum, o
da ne? Dev tavşanlar? “Ama olamaz, çünkü böyle bir hayvan yok” diyorum kendi
kendime... “Acaba şarabı fazla mı kaçırdım” diye düşünürken, neyse ki Ger
heyecanla parmağını uzatıp, “Look! Hare” diyor. Ben tam Hare mi? O da ne?
Derken, dev tavşanlar hoplaya zıplaya ormana doğru kaçıyorlar. Gerçekten
sürreal bir ortam...
|
Gece yürüyüşü esnasında şato |
Yeni güne ağırdan alarak ve bulunduğumuz ortamın
keyfini çıkararak hazırlanıyoruz. Sonra şık bir şato kahvaltısı için dün akşam
yemek yediğimiz restorana geliyoruz. İncecik porselenler ve gümüşler salona
vuran pırıl pırıl sonbahar güneşiyle ışıldıyor. Etrafta neşeli büyük aile
masaları var. Servis yapan ekip öyle tatlı ki; bir tabak getirdiğinde kalkıp
iki yanağından öpüp, teşekkür edesi geliyor insanın... Kahvaltıda aklınıza
gelebilecek her şey var ancak omletler yumuşacık ve hafif yapıları nedeniyle
öne çıkıyor.
|
Şömine başı keyfi... |
Şatoda onlarca değişik aktivite içinden bedava
tek aktivite olan, sandalla gölde dolaşmaya karar veriyoruz. Kürekçimiz Kamil
önce bizi sazlıklarda karaya oturttuysa da sonra ritmini buluyor, tek sorunumuz
hava pırıl pırıl olmasına rağmen çok ama çok soğuk... Bu dondurucu göl
gezintisinden sonra otelin barındaki şöminenin karşısında, deri koltuklarda
“hot whiskey” ile ısınıyoruz. Bu deneyim sıcak viskinin icat nedeni konusunda
aydınlanmamıza yardımcı oluyor.
|
Şatonun bahçesinden bir manzara |
Hesabı kapattıktan sonra bir küçük arazi yürüyüşü
daha yapıp, 3.00’teki feribotu yakalamak üzere yola çıkıyoruz.
DROMOLAND’DEN
DINGLE’A
Shannon nehrinin etrafından dönmek yerine;
Kilrush’dan, Talbert’e yapılacak bir feribot yolculuğu yolu 40 dakika kadar
kısaltacağı için bu yolu seçiyoruz. Bu arada Kilrush’dan geçerken Ger’in
dedesinin Kilrush’daki mezarına uğrayıp, iyi dileklerimizi bırakıyoruz ve
feribota tam zamanında yetişiyoruz. Bu aynı zamanda iki bölgeyi birbirine
bağlayan bir feribot – Clare’den Kerry’e geçmiş oluyoruz böylece...Feribot sonrası meşhur Dingle’a varmamız 2
saat sürüyor. Dingle Atlantik kıyısında konuşlanmış tipik bir balıkçı köyü;
rengarenk publarıyla oldukça sevimli bir yer...Otelimiz ödüle doymayan bir B&B;
Castlewood House... Buna B&B demek haksızlık olur, zira kendisi okyanusa
bakan, içi son derece zevkli döşenmiş, antikalarla bezeli bir malikane...
Hava kararmadan önce meşhur Dingle burnu
turunu gerçekleştirebilmek için hemen yola koyuluyoruz... Hava 6-7 derece ve
güneşli, oldukça soğuk olduğu söylenebilir. Dingle burnunun ucuna gittikçe
batmakta olan güneş, inanılmaz bir Atlantik manzarası seriyor gözlerimizin önüne...
Arabamızdan inip, iç yakan soğuğa rağmen manzaranın tadını çıkarıyoruz. Okyanus
manzarası alıştığımız manzaralardan uzak; bir sonsuzluk ve yalnızlık hissi
yaratıyor insanda...
|
Dingle burnundan gün batımı |
Dönüşte yol kenarında oldukça canlı görünen
bir çanak çömlek dükkanında duruyoruz. İçeride bir ucuzluk partisi var ve araba
kalabalığına bakılırsa bütün Dingle burada... Küçük lezzetli kanepeler,
şampanya ve şaraba; güzel bir canlı müzik eşlik ediyor; etrafta herkes
İrlandaca konuşuyor. Allah’ın unuttuğu bu yerde sanki gizli, mutlu bir komünite
yaşıyormuş gibi bir hisse kapılıyorum.
Akşam buradaki balık halinin karşısında
bulunan, Out-of-the-Blue isimli ve sadece taze deniz ürünleri servis etmekle
gurur duyan restorana gidiyoruz. Bir şişe Vino Verde eşliğinde, kocaman
Atlantik ıstakozları yiyoruz. Buradaki fiyatların, balık halinin avantajını
yansıttığını söylemek zor, ama yine de yediklerimiz bir harika...
Dingle’da mini bir “pub crawl” için
hazırlanıyoruz. Yarın Cadılar Bayramı olduğu için, etrafta kostümler içinde
pubdan puba koşan insanlar var. Biz de kulağımızın bizi götürdüğü ilk puba
konuşlanıyoruz. Sahnedeki grup popüler sayılabilecek country tarzı şarkılar
çalıyor, ortam keyifli... Gece boyunca birkaç puba daha gidiyoruz; ama aradığım
damardan İrlanda müziğini bulamıyorum bu mekanlarda da... Hepsi bildik popüler
şeyler çalıyorlar. Anlaşılan o ki; "trad session"lar Galway'de kaldı...
KILLARNEY
Bugün Ger Limerick’e, kuzeninin düğününe
gideceğinden günümüz erken başlıyor. Muhteşem otelimizin kahvaltı salonunda
buluşuyoruz. Castlewood B&B belki de ülkenin en meşhur kahvaltılarından
birini sunuyor. Taze ve yerel yiyeceklerle donatılmış nefis ve son derece şık
bir açık büfe, sonrasında ise onlarca çeşit omlet arasından zor birer seçim
yapıyoruz. Bu tür durumlardaki zorluk daha çok “sen onu ısmarlama, ben onu
ısmarlayacağım, sen benden tadarsın, sen bunu ısmarlasana” şeklinde sürüp giden
uzun tartışmalardan kaynaklanıyor.
Uzun ve neşeli kahvaltı sonrasında hazırlanıp
yola dökülme zamanı geliyor. Bu unutulmaz oteli terk etmeden önce odamızın
penceresinden görünen, suları çekilmiş körfez manzarasına ve okyanus kıyılarına
veda ediyoruz.Bu seyahat boyunca gördüğüm en güzel yol
Dingle’dan Killarney’e doğru giden yol bence... Güneş pırıl pırıl, Dingle
burnunu dönene kadar okyanus manzarası bize eşlik ediyor, sonrasında ise
yemyeşil sonsuz çayırlar...
Killarney’e geldiğimizde çok şirin bir vahşi
batı kasabasına gelmiş gibi oluyoruz, gözlerim ister istemez Red-kit’i arıyor.
İlk iş tren istasyonuna gidip, Cork biletlerini alıyoruz ve çantalarımızı
emanete bırakıyoruz. Sonra bir farmer’s market (yani çiftçi pazarı) görüp,
oradan taptaze çilekler, ahududular ve elmalar alıyoruz. Artık Killlarney milli
parkına yapacağımız 3 km lik yürüyüş için hazırız.Killarney’in esprisi içinde kocaman bir göl ve
terkedilmiş bir şatoyu da barındıran harika bir milli parka sahip olması, bu
sebeple İrlanda’daki önemli turist destinasyonlarından bir tanesi... Şehirde
küçük bir tur attıktan sonra büyük (ama şık) otelleri ve iyi restoranları fark
etmemek olanaksız. Ancak şunu da eklemeliyim ki turistik olması Killarney’i
çirkinleştirmemiş ve bozmamış; aksine hem iyi korunmuş, hem de iyi anlamda
gelişmiş, son derece sevimli bir şehir.
|
Killarney Milli Parkı |
Şehrin içinden meyvelerimizi yiyerek, milli
parka doğru yürüyoruz, sağ yanımızda küçük bir dere akıyor, karşımızdan gelen
herkes bize ve birbirlerine gülümseyerek selam veriyorlar, biz de ilk selam
verenlere acemice karşılık veriyoruz; sonrasında alışıyoruz hemen bu güzel
adete. Kamil buna hiç şaşırmıyor, ani bir selamlamayı karşılamada bizim gibi
acemi değil, malum kendisi uzun zamandır İrlanda’da yaşıyor. Uzunca bir yürüyüş
sonrası ormanın içinden bir açıklığa doğru çıkıyoruz ve Ross Castle karşımızda
bütün ihtişamıyla beliriveriyor. Parıldayan güneş, gölde yüzen ördekler,
genelde görmeye alıştığımızdan farklı görünen kargalar, paçalı atların çektiği
ekose battaniyeli faytonlar, cıvıldayan çocuklar... Sanki bir peri masalında
gibiyiz...
|
Ross Şatosu |
Parkta oldukça uzun vakit geçirdikten sonra
şehre her şeyiyle son derece karakteristik görünen faytonlardan biriyle dönmeye
karar veriyoruz. Atlar son derece sağlıklı ve bakımlı görünüyor burada
bizdekilerin aksine... Bir süre faytoncuyla sohbet edip, atları seviyoruz...
Sonra ekose battaniyelerimizi çekip parkın içindeki farklı bir yoldan şehre
dönüyoruz. Bu arada faytoncunun tipi, aksanı, kıyafeti ve genel ekose battaniye
konsepti herhalde ancak filmlerde olabilecek kadar tipik...
|
Killarney Milli Parkından bir manzara |
|
Parktaki "Boat House" |
Cork’a giden trene binmemize bir saat kala,
hafif bir şeyler yemek üzere bir yer arıyoruz kendimize, tam da o sırada
karşımıza Courtney’s Tea Rooms çıkıyor. Duvarlarındaki eski fotoğrafları, her
biri birbirinden farklı antika porselen servis takımları ve gümüşleri, pembe
etajer üzerindeki süslü “cup cake”leriyle burası dünyanın en güzel çay
evlerinden biri olmalı... Sıcacık çay eşliğinde, nefis elmalı pay ve yaban
mersinli keklerimizi yerken, dantel perdeler arasından güneşli Killarney
sokaklarını seyrediyoruz.
|
Courtney's Tea Rooms |
CORK’TA
CAZ FESTİVALİ VE CADILAR BAYRAMI
Cork’a giden trende yerlerimizi alıyoruz, kısa
bir yolculuktan sonra Cork tren istasyonundayız. Şehir caz festivali sebebiyle kocaman bir
parti alanı gibi, ellerinde enstrümanlarla yürüyen bir sürü güzel insan göze
çarpıyor ve tabii bu akşam Cadılar Bayramı olduğu için kostümlü insanlar da
koştura koştura bir yerlere gidiyorlar.
|
Festival Programını şehirde gezdiren kamyon |
Biz de hızlı bir yemek sonrası bu akşam gideceğimiz
Roy Hargrove Quintet with Robert Gambarini ve hemen ardından sahne alacak
Gregory Porter ve grubu için için hazırız. Konser Cork’un meşhur viktoryen
tiyatro binası olan Everyman Palace Theatre’da; tiyatronun önüne geldiğimizde
güzel bir kalabalıkla karşılaşıyoruz, tiyatronun barından harika caz nameleri
yükseliyor, çoğu kişi dostlarıyla sohbet edip bir şeyler yudumlayarak konserin
başlamasını bekliyor. Salona girdiğimizde bir tane boş yer olmadığını
görüyoruz, biletlerimizi çok önceden internetten almış olduğum için bizim
yerlerimiz üçüncü sırada. Çok geçmeden konser başlıyor. Bizim alıştığımız
İstanbul caz festivali konserlerine göre çok daha caz içerikli bir konser
olduğu söylenebilir. İkinci yarıda çıkan Gregory Porter benim için özellikle
keyifli geçiyor.
|
Everyman Palace Theatre |
Konser sonrası Cork sokaklarını dev bir Haloween
partisine dönüşmüş olarak buluyoruz; yarısından fazlası kostümlü, genç ve güzel
bir kalabalık bir bardan diğerine koşturuyor... Biz de kalabalığı takip ederek
çok güzel birkaç bara gidiyoruz. Gittiğimiz her bir mekanda müzik, genel
kalabalığın kalitesi ve ambiyans ayrı bir güzellik sunuyor. Bu mekanların çoğu,
geleneksel publar değil de; çok iyi birer bar havasında... Müzikler popüler ve
İrlanda’nın müzikle olan ilişkisine yakışacak tarzda, yani muhteşemler.
Bu sabah yine farklı bir şehirde ve
yine çok meşhur bir kahvaltıyla karşı karşıyayız. Cork’ta kaldığımız B&B,
Garnish House bu seyahat boyunca konakladığımız diğer yerler kadar etkileyici
olmasa da, kahvaltısı bir fenomen... Pazar sabahı olduğu için otel müşterisi
olmamıza rağmen rezervasyon yaptırmak zorunda kalıyoruz, çünkü Pazar günü bu
kahvaltı için insanlar akın akın Garnish House’a geliyorlar. Otelin sahipleri
Alman bir anne-oğul ve bu sebeple nefis ev yapımı alman çörekleri kahvaltı
boyunca insanın aklını başından alıyor. Ama bu kahvaltının bir ritüeli var, bu
ritüel bir alman disipliniyle takip ediliyor; önce seçeceğiniz bir çeşit
“porridge” yani yulaf lapasıyla başlıyorsunuz; sonra seçeceğiniz bir omlet çeşidiyle devam ediyor; sonra da yine
kendi seçiminiz olan tatlı bir şeylerle bitiriyorsunuz, demek isterdim ama siz “dur”
diyene kadar bir şeyler getirmeye devam ediyorlar sanırım. Bu arada ben
porridge’i İrlanda usulü viskili denedim, oldukça aromatikti ve tabii ki alkol
porridge’in sıcak olması sebebiyle hissedilmiyor.
Bu doyurucu kahvaltı sonrası Cork sokaklarını
keşfetmeye çıkıyoruz, ama dün geceki kadar etkileyici bir ortam yok; biraz
akşamdan kalma ama normal temposuna dönmüş şehir... Sanırım Cork’u hem caz
festivali, hem de cadılar bayramı gecesinde görmek oldukça özel bir ortamı
deneyimlememize sebep oluyor. Biraz yürüyüş sonrasında, Chateau isimli bir
kafede oturmuş, “Irish Coffee”lerimizi yudumlarken, yine yanımızda oturan
anne-oğul bizimle sohbet etmeye başlıyor, anne oldukça yaşlı, yanımızdaki
yakışıklı siyah adama bakarak; ısrarla ama tüm iyi niyetiyle “zaman çok
değişti, eskiden buralarda hiç “zenci” yoktu” deyip duruyor, oğlu da kızarmış
bir suratla, kendisini susturmaya çalışıyor.
DUBLİN’E
DÖNÜŞ VE SON SÖZ
Ger’in gelmesiyle dönüşe geçiyoruz. Cork’tan
Dublin’e 3 saatlik uzun bir yolumuz var. Geçirdiğimiz bu harika beş günün yorgunluğu
artık iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlıyor. Buna rağmen yolda önemli bir
arkeolojik bölge olan “Rock of Cashel”i ziyaret etmeyi ihmal etmiyoruz. Ama
çöken karanlık, soğuk rüzgar ve yorgunluğumuz sadece buradaki kaleye şöyle bir
bakıp, yola devam etmemize neden oluyor.
Dublin’e döndüğümüzde artık yorgunluktan
kolumuzu kaldıracak halimiz kalmıyor. Aslında ruhlarımız dinlenmiş, sadece
vücutlarımız yorgun, hiç unutulmayacak bu güzel yolculuk hepimizin yüzünde bir
gülümseme ile kendini gösteriyor. Eve yemek söyleyip, duş yapıp, güzel bir uyku
çekiyoruz. Ne de olsa yarın hepimiz gerçek hayatlarımıza dönüyor olacağız. Bu seyahat boyunca yaşadığımız her şey gözümün
önünden bir bir geçiyor. Yemyeşil bir doğa, okyanus, güzel insanlarla dolu pasta
gibi köyler ve kasabalar, nefis kahvaltılar ve yemekler, şatolar, bu seyahate
kadar varlığından haberdar bile olmadığım dev tavşanlar ve müzik... Her yerde
daima müzik...“Buraya geri gelmemiz lazım” diyoruz, “Bir
daha ki sefere Belfast” diyor Ger... “inşallah” diyoruz...
|
Tatilin en sevdiğim fotoğrafı |
*Bizimle bu güzel macerayı
paylaşan Kamil Tavas ve Gerard James’e teşekkürlerimizle...
*Special thanks to Gerard
James for driving us for the whole time of this trip and bearing us when we
were “dır dır”ing in Turkish. Also thank you for sharing this adventure with
us. It wouldn’t be the same without you.
OKUYUCUYA NOT: Seyahatin sonunda
aradığım güzel İrlanda müziğini ve mükemmel İrlanda viskisini buluyorum.
Okurken dinleyebilmeniz için müziğin linkini aşağıda paylaşıyorum. Viskinin adı
da “Green Spot”... Sevgiyle kalın...
OTELLER:
7 CROSS STREET BOUTIQUE TOWN HOUSE
7 Cross Street Galway
Co. Clare
+353 91 5301003
DROMOLAND CASTLE
New Market-on-Fergus,
Co. Clare
+353 61 368144
CASTLEWOOD GUEST HOUSE
The Wood, Dingle
Co. Kerry
+353 66 9152788
GARNISH HOUSE
Western Road, Cork
+353 21 4265111
KAFE/RESTORAN:
ARTISAN RESTAURANT
2 Quay Street Galway
Co. Clare
+353 91 532655
TEA&GARDEN ROOMS “AN FEAR GORTA”
Ballyvaughan, Co.Clare
+353 65 7077157
(buranın web-sitesine ulaşılmıyor, gitmeden kontrol etmekte fayda var)
OUT OF THE BLUE
Waterside, Dingle
Co. Kerry
+353 66 9150811
COURTNEY’S TEA ROOMS
8 College Street Killarney
Co. Kerry
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder