Daha pasaport kontrolünde güler yüzle
turistlerini karşılayan parlak gözlü polislerin ülkesi burası… Taksicinin size
şarkı söylediği ülke… Barda yanınıza oturan
herhangi birisiyle güzel bir sohbet edebildiğiniz ülke… Yani İrlanda…
DUBLİN’E
GİRİŞ
Havaalanından kalacağımız eve giderken
taksicimiz Türk olduğumuzu öğrenince bize önce biraz Ortadoğu politikasından
bahsediyor; ardından da neşeyle İrlanda şarkıları söylüyor…
Çok geçmeden meşhur Google binasının bulunduğu
Borrow sokağına geliyoruz, sevgili arkadaşım Kamil ve Ger bizi aşağıda karşılıyor
ve kanal manzaralı dairemize yerleşiyoruz. Birer yorgunluk çayı ve hasret
gidermenin ardından kendimizi sokaklara atıp, kanal kenarından yürüyerek şehir
merkezine geliyoruz, tıpkı eski günlerimizdeki gibi kol kola ve konuşa konuşa…
İlk durağımız tabii ki Trinity College…
Trinity’nin çimleri pırıl pırıl parlıyor, etrafta güzel insanlar, binalar,
heykeller… Sanki her şey bir ışıltıyla kaplı… Trinity College 16. Yüzyılda
Kraliçe Elizabeth tarafından Protestanlara özgür bir eğitim verebilmek için
Dublin’in tam merkezinde açılmış, rüya gibi ve yemyeşil bir okul. En önemli
birikimlerinden biri 4,5 milyon kitaba ev sahipliği yapan kütüphanesi ve tabii
ki bu kütüphanede bulunan ünlü “Book of Kells”…
Trinity College’den sonra Grafton Street’te yürüyoruz,
sağlı sollu sokak müzisyenleri, renkli kapıları, pasta gibi dükkanları ve
pubları ile burası Dublin’in kalbi…
Bu arada bir efsaneye göre Dublin’deki her bir
evin kapısının farklı renkte olmasının sebebi eve sarhoş gelindiğinde doğru
kapıyı bulabilmeyi kolaylaştırmak içinmiş... Bir şehir efsanesi mi yoksa gerçek
mi bilinmez ama harika bir fikir olduğu kesin...
Dublin'in kapıları |
Ger bizi Shellbourne Hotel’e getiriyor. Bu
otelin, Dublin’in Pera Palas’ı ve İrlanda tarihinin en önemli tanıklarından biri olduğu söylenebilir, zira İrlanda’nın içinden geçtiği birçok karışık dönemde
ülke tarihi buradaki buluşmalarda yazılıyor. Hoş bir barı var Shelbourne
Hotel’in... Burada isterseniz 5 çayı yapabilir; isterseniz çeşitli kokteyller, viskiler
ya da biralardan tadabilir; ya da taptaze istiridyelerle kendinize mini bir
ziyafet çekebilirsiniz… Biz hiçbirini yapmayıp, bir İrlanda geleneği olan “Hot
Whiskey” ve icat sebebi Amerikalılar olan “Irish Coffee” söylüyoruz kendimize…
Meşhur “Irish Coffee”’nin zamanında İrlanda’daki Shannon Havaalanında
aktarmasını bekleyen Amerikalı turistleri eylemek için icat edilen bir lezzet tufanı olduğunu da İrlanda seyahatine
çalışırken öğrendim… Hot Whiskey yani
“sıcak viski” ise an itibariyle Ger’den öğrendiğim ve tarihi çok daha eskilere
dayanan bir gelenek, buna içki diyemem; sıcak, baharatlı ve viskili tadıyla
daha çok iç ısıtan bir hasta çayını andırıyor, ama çok güzel bir hasta çayı…
Hot Whiskey |
Buradan sonra bütün gün Dublin’in yemyeşil ve
pırıl pırıl sonbahar havasını değerlendirip çılgınca yürüyoruz. Arada Okan’ın
Guinness aşkını fark eden Ger bizi Guinness’in ilk defa servis edildiği Pub
olan Toners’a götürüyor. Burası Dublin’in en eski publarından bir tanesi…
HER GENÇ
ÇALIŞANIN RÜYASI: GOOGLE
Yemeğe gitmeden önce küçük bir Google turu
için vaktimiz var, bunu değerlendirip Google’ın haftasonu halini teftiş etmeye
karar veriyoruz. Google’ın yeni binası (ki
burası Kamil’in de çalıştığı bina); Dublin’in en yüksek binası ve en üst
katında Dublin manzaralı harika bir cafesi var. Tüm yiyecekler en üst kalite ve
Google çalışanları ve misafirlerine bedava; burada Dublin’in güneşli
manzarasına karşı taze çekilmiş espressolarımızı yudumluyoruz. Bu keyfin
ardından, 11. Katta salıncaklar ve rahat koltuklar arasında bir seçim yapmaya
çalışarak oturuyoruz. Burası 20li
yaşlardaki çalışanlar için gerçekten rüya gibi bir ortam; insan her yere
dokunmak, her yere girip çıkmak istiyor. Ofis katlarının her bir köşesi ayrı
bir heyecan yaratıyor insanda; mesela Kamil’in masasının yan tarafında “Jungle”
tabir edilen, yağmur ormanı gibi düzenlenmiş, çeşit çeşit bitkilerle dolu, ses
izolasyonlu bir kafa dinleme alanı var, hayran olunmayacak gibi değil... Her
katta çalışanların her türlü ofis malzemesini temin edebilecekleri istasyonlar,
renkli yastıklarla dolu toplantı amfileri, şezlonglar, spor salonu, masaj imkanları...
Ve bu ortama ruhunu veren en önemli unsur çalışanların masalarının
üstünde veya etrafında bulunan kişisel aksesuarlar ve esprili yazılar...
Google'ın en üst katından manzara |
DUBLİN’DE
DOSTLARLA TERAPİ GİBİ BİR CUMARTESİ GECESİ
Kamil’in Dublin’deki favori restoranı Sixty
6’te güzeller güzeli sokağa bakan en ön masamıza kuruluyoruz. Ben mükemmel bir
ördek yiyorum, hemen yanımdaki Okan ise az pişmiş “Irish Beef”i ile büyük bir aşk
yaşıyor. İnsanın en sevdiği arkadaşları ile bir sofra etrafında geçirdiği vakit
gerçek bir terapi...
Okan'ın aşık olduğu "Sirloin Steak" |
Kamil ve Ger Sixty 6'de |
Çok kahkahalı, çok lezzetli ve çok sohbetli bir yemeğin
ardından, kendimizi küçük bir açık hava partisini andıran Temple Bar bölgesinde
bir pub turu için hazır hissediyoruz. Gece boyunca birçok puba uğruyoruz.
Hepsinin ortak noktası iyi müzik ve arkadaş canlısı iyi insanlar... Zaten iyi
bir gece geçirmek için bunlar yeterli...
Temple Bar |
Bu geceden aklımda kalan en güzel mekan
Dublin’in viktoryen pubu “Long Hall”, gerçekten gördüğüm en güzel publardan bir
tanesi... İnce uzun bir plana sahip olan bu pubun adı da buradan geliyor. Long
Hall nefis ahşap oymalı barı ve zarif avizeleriyle insanın gözünü okşuyor.
Bu geceden alınan en önemli derslerden biri de
“asla bu kadar İrlanda içkisini birbirine karıştırma” oldu, bu gerçeği anlamam
sabah saatlerini buluyor tabii...
DUBLİN’DE
SAKİN BİR PAZAR SABAHI
Brunch @ Bibi's |
Sabah bir kısmımız yogaya, bir kısmımız
koşmaya gidiyoruz... Sonra kanal kenarından uzun bir yürüyüşle Portobello
Road’a geliyoruz, burası şehir merkezinden uzak bir mahalle ancak yeni yeni
canlanmaya başlamış. Şirin iki katlı müstakil evler, renkli kapılarıyla sağlı sollu
sıralanmış; arada çok hoş kafeler ve bugün Pazar olduğu için brunch yapan
insanlar var. Hava dışarıda oturulabilecek kadar sıcak... Biz de brunch için buradaki
en hoş kafelerden biri olan Bibis’i seçiyoruz ve dışarıdaki bir masaya kuruluyoruz.
Bu hayatımın en unutulmaz lezzetteki brunchlarından biri oluyor. Ismarladığım
yumurta öyle farklı ve lezzetli ki; anlatması oldukça zor ama deneyeceğim.
Altında kremamsı balkabakları, üzerinde iki adet nefis poşe yumurta, onunda
üzerinde sarmısaklı yoğurt ve son derece acı, koyu kırmızı renkte “chilie”
biberi parçaları... Hayatta aklıma gelmeyecek bir kombinasyon, dehşetli bir lezzet...
Mükemmel balkabaklı poşe yumurta @ Bibi's |
Bunun üzerine de kahveyle nefis fıstık ezmeli
brownieler paylaşarak, bu uzun Pazar brunchunu taçlandırıyoruz.
Bu kadar yemekten sonra, günün geri kalanını
şehir merkezine gidip yürüyerek geçirmeye karar veriyoruz. Dublin kalesi,
Grafton caddesi civarındaki minik sokaklar ve İrlanda el sanatı ürünleri satan
eşsiz dükkanlar arasında zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz bile... Akşam
üzeri eve doğru yürürken Merrion Meydan’ından geçiyoruz. Burası Dublin’in en
önemli meydanlarından biri; İrlanda Parlementosu, National Museum ve National
Gallery burada... Ve Dublin’in diğer bir önemli oteli “The Merrion” da
burada... Günümüzde şehre gelen birçok ünlüyü ağırlayan bu otel aynı zamanda
şehrin tek Michelin yıldızlı restoranı Patrick Gilbaud’a da ev sahipliği
yapıyor. Biz de barına gidiyoruz, şömine karşısındaki rahat koltuklara kurulup
birer viski ile giden günü uğurluyoruz.
YENİ
GÜN, MERRION SQUARE PARK VE OSCAR WILDE
Bugün Pazartesi, günü Okan’la baş başa
geçireceğiz. Hava güzel bu nedenle biz de evden çıkıp yürüyerek merkeze gitmeye
karar veriyoruz.
Merrion Square Park |
Merrion meydanından geçerken buradaki parka
uğruyoruz, zira bu park Oscar Wilde sevenler için önemli... Wilde bu parkın karşısındaki bir evde yaşamış ve parkta
güzel bir heykeli bulunuyor. Bu heykel aynı zamanda şehrin renkli taşlarla
yapılmış tek heykeli; parkın köşesinde kayaların üzerine oturmuş, bir zamanlar
yaşadığı evine doğru bakıyor; yeşil ceketi ve siyah ayakkabıları ile çok tatlı
görünüyor gerçekten; elinde vazgeçemediği piposu da varmış ama maalesef
çalınmış... Dublin’in tüm parklarında olduğu gibi burası da öyle “nemli, yeşil
ve sakin” ki insan meditasyon yapmış
kadar dingin hissediyor gezerken...
Parktaki Oscar Wilde heykeli |
VIKING
SPLASH TOURS VE PIG’S EAR
St Stephan’s Green isimli bir diğer parkın
önünden geçerken bir çok şehir turuna rastlıyoruz. Normalde bu tür şehir
turlarına şüphe ile yaklaşan ben, daha önce bir başka sevgili arkadaşım
Özge’den methini duyduğum “Viking Splash Tours”u ve Viking şapkalı adamı
görünce bu tura katılmak için dayanılmaz bir istek duyuyorum... Öğleden sonra
için bir rezervasyon yaptırıyoruz ve zil çalan karnımızın bizi götürdüğü yere
doğru savruluyoruz.
İrlanda’da iyi restoranlar uygun fiyatlı öğlen
menüleriyle meşhur, biz de bunu değerlendirip, öğle yemeğini Trinity College’e yukardan bakan meşhur Pig’s Ear isimli restoranda yemeye karar veriyoruz. Sonuç olarak
buz gibi birer kadeh Sauvignon Blanc eşliğinde nefis bir İrlanda somonundan
oluşan antre ve balık ağırlıklı bir ana yemek bu güzel güne
lezzet katıyor... Burada yediğimiz en ilginç ve lezzetli şey ise “soda bread
ice cream ve honey comb biscuits” oldu; yani
sodalı ekmek dondurması ve bal peteği bisküvileri... İlginç değil mi?
Bir o kadar da lezzetli...
Viking Splash Tour'un amfibik deniz aracı |
Viking Splash Tour zamanı geliyor. Bu turu
size şöyle anlatayım; sarı gemi şeklinde bir otobüs düşünün; aslında bu amfibik
bir çıkarma aracı; hem denizde hem de karada gidebiliyor. Aracı Viking
kılığında oldukça komik bir adam kullanıyor, tahminimce kendisi tiyatrocu...
Hepimiz Viking şapkalarımızı takıyoruz, etrafta gördüğümüz herkes Keltmiş
meğer; otobüs dolusu onca adam yolda giderken onlara sinsice yaklaşıp, aniden
bağırıyoruz (çoğu kişi boş bulunup korkuyor; özellikle de Amerikalı turistler).
Geri kalan zamanda ise rehber geçtiğimiz
yerleri anlatıyor. Kamil’in de evinin bulunduğu Docklands’e gelince araç kanala
giriyor ve tur kanalda devam ediyor. Oldukça eğlenceli ve sıra dışı bir tur...
AYRILMAZ
İKİLİ: BONO VE DUBLİN
İyi bir Dublinli olmanın en önemli şartı her
koşulda Bono ile dalga geçmek sanırım... Tur boyunca her fırsatta laf dönüp
dolaşıp Bono’ya geliyor.
Bu çılgın tur sonrasında kendimizi Dublin’in
diğer bir önemli pubu olan Kehoes’de birer Guinness ile ödüllendiriyoruz.
YAĞMURLU
BİR GÜNDE KILMAINHAM HAPİSHANESİ
Yeni gün yağmurla geldi, bu öyle bir yağmur
ki; şemsiyeyle korunmak neredeyse olanaksız ve oldukça anlamsız. Sanki bir
bulutun içinde yürüyormuş gibi hissediyorsunuz, her tarafınız minik minik
ıslanıyor.
Bugünkü planımız İrlanda tarihinin en önemli
mekanlarından biri Kilmainham hapishanesini ziyaret etmek. Buraya Luas adı
verilen tramvayla gideceğiz ancak hangi durakta ineceğimizi anlamamız epeyi
zaman alıyor.. Tatilin başından beri yaşadığımız ilk aksan sorununu da bu esnada
yaşıyoruz. Tramvay durağındaki görevliye Kilmainham hapishanesi için hangi
durakta ineceğimizi soruyorum, vurgularından anladığım kadarıyla adamcağız uzun
uzun tarif ediyor ancak bu tariften tek bir kelime dahi anlayamıyoruz. Teşekkür
edip uzaklaşıyoruz ve yeni birine soruyoruz. Sonunda durağı keşfediyoruz; “Suir”...
Hapishane gezmek zaten başlı başına üzücü bir
durum ve bu üzücü olaylarla dolu bir tarihle birleştiğinde iyice içinden
çıkılmaz bir duygu durumu yaratıyor insanda... Batı kanadı yani, ilk inşa
edilen orijinal kısım bir zamanlar öyle kalabalık olmuş ki bazı mahkumları
Avustralya’ya göndermişler. Özellikle İrlanda tarihinin en üzücü olaylarından
biri olan “potato famine” (yani patates kıtlığı) döneminde yemek çalmak ya da
dilenmek gibi suçlardan binlerce insan yatmış burada; bazıları için ise bu
hapishane yemek bulabilecekleri güvenli bir yer olması açısından cazip olmuş. 5
yaşındaki çocuklar bile yemek çalmak ve dilenmek gibi suçlardan burada hapis
yatmış.
Bunların yanı sıra İrlanda bağımsızlık
mücadelesinin ateşini yakan hikâyeler de hep bu hapishanede geçmiş. Özellikle
mücadeleyi ilk başlatan Robert Emmett’in kafasının kesilip, cesedinin hapishane
dışına asılması -ki aslında bu yolla destekçilerinin gelip cesedi alırken,
onları tuzağa düşürüp yakalayabileceklerini düşünmüşler...
Hapisanenin filmlere konu olan Viktoryen bölümü |
Hapishanenin daha önce bazı filmlerde de
gördüğümüz modern Viktoryen kısmı ise çağının ilerisinde birçok sisteme sahip
olsa da bu kısım da özellikle bağımsızlık mücadelesi döneminde bir çok önemli
olaya şahit olmuş.
Bunlardan en önemlisi de 1916’daki Paskalya
ayaklanması sonrasında kurşuna dizilen 16 kişi ve her birinin son saatlerinde
yaşadıkları... Aralarında idam edilmeden önce evlenen bile var... Görünüşe göre
bu 16 genç idam edilmeseymiş, bağımsızlık fikri hiçbir zaman halk tarafından
böylesi bir destek görmeyebilirmiş.
Bütün bu hikayeyi anlatan Michael Collins
isimli film hapishane gezisi boyunca hep aklımın bir köşesinde, zaten filmin bu
hapishanede geçen kısmı da, gerçekten burada çekilmiş. IRA’nın kuruluş
hikayesini, kurucusu Michael Collins’in hayat hikayesi içinde veren bu filmde,
aslında bağımsızlık mücadelesinin iki liderinin arasındaki çekişmenin sonucunda
politikacı olan liderin; idealist ve asker karakterli olan lideri nasıl
harcadığı anlatılıyordu. Bu çok bildik bir hikaye aslında... Bana Che’nin
hikayesini anımsattı...
GUINNESS
İÇİN HARİKA BİR GÜN; SLAINTE!
Guinness'in eski kampanyalarından biri |
Okan için bu tatilin en önemli anı gelip
çatıyor; Guinness Storehouse ziyareti...
Dev bir fabrika binası ve etrafında geleneksel
giyimli faytoncuların sürdüğü, çeşitli publara ait son derece geleneksel ve şık
görünen faytonlar park etmiş, birilerini bekliyor. Bu eski fabrika, yeni müze
daha kapısından girmeden bir harikalar diyarı havası yaratmış bile...
Biraz uzaktan bakıldığında dev bir Guinness
bardağı (pint) şeklinde görünen bina 1904’ten 1988’e kadar Guinness fabrikası
olarak hizmet vermiş, bugün ise İrlanda’nın simge içkisi Guinness’e adanmış ve
onun 250 yıllık zengin hikâyesini anlatan bir müzeye dönüştürülmüş. Dublin’in
simge binalarından biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aslında kendilerine
müze demek yerine çağın yeni akımına uyarak, “ziyaretçilerine bu meşhur biranın
yapımına ve tarihine adanmış bir deneyim” sunduklarını ifade ediyorlar ve 7 kat
boyunca Guinness’le ilgili aklınıza gelen gelmeyen bir çok hikaye anlatıyorlar,
hatta bazı katlardaki aktivitelere katılabiliyorsunuz.
Guinness Storehouse'tan bir enstantane |
”Bir bira hakkında ne anlatılabilir ki” diye
düşünenler olabilir. Özellikle de böyle düşünenlerin görmesi gereken bir yer
bence ve tabii pazarlama ile ilgilenen kimseler için de son derece ilham verici
bir müze burası...
-1. Katta binanın tarihine ait parçalar,
fotoğraflar var; ancak tipik bir ziyaret giriş katından başlıyor, burada
hammaddeleri ve kaynaklarını anlatıyor; 1. Katta mayalanma süreci anlatıldıktan
sonra tadım yapılıyor; 2. Katta bence Guinness’i Guinness yapan en önemli
unsur, yani “pazarlama” anlatılıyor ve bu kat gerçekten çok zengin ve
etkileyici; 3. Katta Guinness’te çalışmış herkesin kayıtlarını bulabildiğiniz
bir bölüm var, eğer Guinness’te çalışmış bir akrabanız varsa burası ilginç
olabilir; bunun dışında sponsorluklarla ilgili filmleri izleyebilir ve
interaktif bir test olan “drink IQ” ya katılabilirsiniz.; 4. katta kendi
Guinness’inizi doldurmayı deneyebilir (ki bu biraz alışkanlık gerektiren bir
aktivite) ya da interaktif Guinness haritasına mesaj bırakarak, Guinness
komünitesine üye olabilirsiniz; 5. Katta Guinness’le hazırlanan tarifleri
inceleyebilir ve deneyebilirsiniz. En üst katta ise Gravity Bar’da, 360 derece
Dublin manzarasına karşı mükemmel birer Guinness yuvarlayabilirsiniz.
Okan ve Guinness'i |
Biz de, tabi, bu kadar yoğun pazarlamaya maruz
kaldıktan sonra gereğini yaparak, puslu Dublin’e karşı Guinness’lerimizi
yudumluyoruz.
FRENCH
PARADOX’TA TATLI BİR AKŞAM YEMEĞİ
Akşam Kamiller ile French Paradox isimli
harika bir restoranda buluşacağız. Burası tüm şarap severleri heyecanlandıracak
harika bir konsepte sahip. Burada bir tadım menüsü ısmarlayarak, bir çok
şarabın minik tadım boylarından deneyebiliyorsunuz. Daha sonra beğendiğiniz bir
tanesinden bir şişe söyleyebilirsiniz. Tadım menüsü değişebiliyor, yani bir
sonraki gelişinizde bambaşka şaraplar tadabilirsiniz. Tadım menüsünün haricinde
de oldukça zengin bir şarap menüsüne sahip burası. Yiyecek olarak ise şaraba
eşlik edecek her şey mevcut; Meşhur Fransız kaz ciğerinin (fois gras) en güzel
örneklerine ayrılmış ayrı bir bölüm var menüde, bunun dışında salatalar, peynir
ve şarküteri tabakları ve normal yemek yemek isteyenler için de günün menüsü
var.
Ve her şey son derece lezzetli...
French Paradox eve çok yakın olduğundan
yemekten sonra yürüyerek eve dönmeye karar veriyoruz, yolda da mahalle pubuna
uğrayıp başka arkadaşlarımızı görmeyi de ihmal etmiyoruz. Sonuçta yüksek
tavanlı mahalle pubunda, şöminenin karşısında nefis bir gece kapanışı oluyor
bu...
Mahalle pubunda biz |
SON SÖZ
Yarın İrlanda’nın Batı sahilini görmek üzere
yola çıkıyoruz. Bunu ayrı bir yazıda paylaşacağım.
Ancak her zaman yaptığım gibi, bu yazıyı
bitirmeden önce Dublin hakkında küçük bir toparlama yapmak istiyorum. Yakın
zamana kadar siyasi iç karışıklıklar ve
bozuk ekonomiyle boğuşan bir ülkenin başkenti Dublin ancak yakın geçmişte kalan olumsuzlukların izlerine pek
fazla rastlamıyorsunuz. Aksine dünyanın en dost canlısı, sorunsuz ve en samimi
milletini görüyorsunuz sokaklarda ve İrlandalılarla sohbetler doğal gelişiyor
kendiliğinden... Geçmişte nasıl bir iç savaş çıkmış olabileceğini de bir türlü
anlayamıyorsunuz.
Bunun dışında kültür dolu, yemyeşil bir
başkent Dublin... Her köşesi bir hikaye barındırıyor. Sokaklarında nefes
aldığınızı hissediyorsunuz.
Son yıllarda özellikle internet sektörü ile
ilgili Google, Facebook, Twitter gibi çok önemli yatırımları kendine çekmiş
olduğu için genç ve uluslararası bir nüfusu da içinde barındırıyor... Bu da
şehre ayrı bir ruh katmış. Ayrıca gastronomik açıdan beklenmeyecek kadar zengin
bir şehir, yediğimiz her şey yerel, taze ve çok lezzetliydi.
Hayatımda ilk defa bir şehirden dönerken “burada
yaşamak isterdim” diyerek dönüyorum, belki en yakın arkadaşım burada yaşadığı
için de böyle hissetmiş olabilirim ama işte tam olarak bunu düşünüyorum.
*Bu yazıdaki bazı fotoğraflar sevgili arkadaşım Özge Mumcu'nun arşivinden alınmıştır. Kendisine ve bu keyifli anları paylaştığımız Kamil Tavas ve Gerard James'e sonsuz teşekkürler...
ADRESLER:
Aşağıda adresini vereceğim iki otel şehrin en eski ve en iyi
otelleri... Her ikisinin de harika barları var. 5 çayı ya da birer akşam üzeri
içkisi için harikalar...
THE SHELBOURNE HOTEL
27 St Stephen’s Green
+353 1 6634500
THE MERRION
Upper Merrion Street Dublin 2
+353 1 6030600
RESTORAN / KAFE:
BIBI’S CAFE (Mükemmel bir brunch için)
14b Emorville Avenue, Dublin 8
+353 1 4547421
BRASSERIE SIXTY 6
66-67 South Great Georges Street, Dublin 2
+353 1 4005878
THE PIG’S EAR
4 Nassau Street Dublin 2
+353 1 6703865
THE FRENCH PARADOX
53 Shelbourne Road
Ballsbridge Dublin 4
ALIŞVERİŞ:
AVOCA (Sevimli bir İrlanda el sanatları dükkanı)
11-13 Suffolk Street Dublin 2
+353 1 6774215
GELENEKSEL PUBLAR İÇİNDEN BİRKAÇ İYİ ÖRNEK:
LONG HALL
51, South Great George Street
KEHOE’S
9 South Anne Street
STAG’S HEAD
1 Dame Ct
Merhaba,
YanıtlaSilarkadaşım Özlem Saraç sayesinde blogunuzdan haberdar oldum. Yemeyi, içmeyi ve seyahati çok seven biri olarak büyük keyifle okuyorum. Hayatta en çok gitmek istediğim yerlerden biri olan İrlanda'yla ilgili yazılara özellikle bayıldım. Umarım yakın zamanda gidebilir ve tavsiyelerinizden faydalanabilirim.
Merhaba,
SilGüzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim... İrlanda gerçekten güzel insanlarla dolu, çok güzel bir ülke... Umarım yakında gidersiniz... Eğer arkadaşlarınızla giderseniz deniz feneri kiralama seçeneğini de değerlendirin derim, bizim vaktimiz yetmediğinden yapamamıştık ama çok keyifli bir alternatif olacağına eminim... Size bol gezmeli ve güzelliklerle dolu bir yaşam dilerim... Sevgiler :)