2 Aralık 2014 Salı

DOSTLARLA DUBLİN'DE

Daha pasaport kontrolünde güler yüzle turistlerini karşılayan parlak gözlü polislerin ülkesi burası… Taksicinin size şarkı söylediği ülke…  Barda yanınıza oturan herhangi birisiyle güzel bir sohbet edebildiğiniz ülke… Yani İrlanda…



DUBLİN’E GİRİŞ

Havaalanından kalacağımız eve giderken taksicimiz Türk olduğumuzu öğrenince bize önce biraz Ortadoğu politikasından bahsediyor; ardından da neşeyle İrlanda şarkıları söylüyor…
Çok geçmeden meşhur Google binasının bulunduğu Borrow sokağına geliyoruz, sevgili arkadaşım Kamil ve Ger bizi aşağıda karşılıyor ve kanal manzaralı dairemize yerleşiyoruz. Birer yorgunluk çayı ve hasret gidermenin ardından kendimizi sokaklara atıp, kanal kenarından yürüyerek şehir merkezine geliyoruz, tıpkı eski günlerimizdeki gibi kol kola ve konuşa konuşa…
İlk durağımız tabii ki Trinity College… Trinity’nin çimleri pırıl pırıl parlıyor, etrafta güzel insanlar, binalar, heykeller… Sanki her şey bir ışıltıyla kaplı… Trinity College 16. Yüzyılda Kraliçe Elizabeth tarafından Protestanlara özgür bir eğitim verebilmek için Dublin’in tam merkezinde açılmış, rüya gibi ve yemyeşil bir okul. En önemli birikimlerinden biri 4,5 milyon kitaba ev sahipliği yapan kütüphanesi ve tabii ki bu kütüphanede bulunan ünlü “Book of Kells”…
Trinity College’den sonra Grafton Street’te yürüyoruz, sağlı sollu sokak müzisyenleri, renkli kapıları, pasta gibi dükkanları ve pubları ile burası Dublin’in kalbi…
Bu arada bir efsaneye göre Dublin’deki her bir evin kapısının farklı renkte olmasının sebebi eve sarhoş gelindiğinde doğru kapıyı bulabilmeyi kolaylaştırmak içinmiş... Bir şehir efsanesi mi yoksa gerçek mi bilinmez ama harika bir fikir olduğu kesin...
Dublin'in kapıları
Ger bizi Shellbourne Hotel’e getiriyor. Bu otelin, Dublin’in Pera Palas’ı ve İrlanda tarihinin en önemli tanıklarından biri olduğu söylenebilir, zira İrlanda’nın içinden geçtiği birçok karışık dönemde ülke tarihi buradaki buluşmalarda yazılıyor. Hoş bir barı var Shelbourne Hotel’in... Burada isterseniz 5 çayı yapabilir; isterseniz çeşitli kokteyller, viskiler ya da biralardan tadabilir; ya da taptaze istiridyelerle kendinize mini bir ziyafet çekebilirsiniz… Biz hiçbirini yapmayıp, bir İrlanda geleneği olan “Hot Whiskey” ve icat sebebi Amerikalılar olan “Irish Coffee” söylüyoruz kendimize… Meşhur “Irish Coffee”’nin zamanında İrlanda’daki Shannon Havaalanında aktarmasını bekleyen Amerikalı turistleri eylemek için icat  edilen bir lezzet tufanı olduğunu da İrlanda seyahatine  çalışırken öğrendim… Hot Whiskey yani “sıcak viski” ise an itibariyle Ger’den öğrendiğim ve tarihi çok daha eskilere dayanan bir gelenek, buna içki diyemem; sıcak, baharatlı ve viskili tadıyla daha çok iç ısıtan bir hasta çayını andırıyor, ama çok güzel bir hasta çayı…

Shelbourne Hotel'in barı
Hot Whiskey

Buradan sonra bütün gün Dublin’in yemyeşil ve pırıl pırıl sonbahar havasını değerlendirip çılgınca yürüyoruz. Arada Okan’ın Guinness aşkını fark eden Ger bizi Guinness’in ilk defa servis edildiği Pub olan Toners’a götürüyor. Burası Dublin’in en eski publarından bir tanesi…
 
Toner's

HER GENÇ ÇALIŞANIN RÜYASI: GOOGLE

Yemeğe gitmeden önce küçük bir Google turu için vaktimiz var, bunu değerlendirip Google’ın haftasonu halini teftiş etmeye karar veriyoruz. Google’ın yeni binası (ki  burası Kamil’in de çalıştığı bina); Dublin’in en yüksek binası ve en üst katında Dublin manzaralı harika bir cafesi var. Tüm yiyecekler en üst kalite ve Google çalışanları ve misafirlerine bedava; burada Dublin’in güneşli manzarasına karşı taze çekilmiş espressolarımızı yudumluyoruz. Bu keyfin ardından, 11. Katta salıncaklar ve rahat koltuklar arasında bir seçim yapmaya çalışarak oturuyoruz.  Burası 20li yaşlardaki çalışanlar için gerçekten rüya gibi bir ortam; insan her yere dokunmak, her yere girip çıkmak istiyor. Ofis katlarının her bir köşesi ayrı bir heyecan yaratıyor insanda; mesela Kamil’in masasının yan tarafında “Jungle” tabir edilen, yağmur ormanı gibi düzenlenmiş, çeşit çeşit bitkilerle dolu, ses izolasyonlu bir kafa dinleme alanı var, hayran olunmayacak gibi değil... Her katta çalışanların her türlü ofis malzemesini temin edebilecekleri istasyonlar, renkli yastıklarla dolu toplantı amfileri, şezlonglar, spor salonu, masaj imkanları... Ve bu ortama  ruhunu veren  en önemli unsur çalışanların masalarının üstünde veya etrafında bulunan kişisel aksesuarlar ve esprili yazılar...

Google'ın en üst katından manzara

DUBLİN’DE DOSTLARLA TERAPİ GİBİ BİR CUMARTESİ GECESİ

Kamil’in Dublin’deki favori restoranı Sixty 6’te güzeller güzeli sokağa bakan en ön masamıza kuruluyoruz. Ben mükemmel bir ördek yiyorum, hemen yanımdaki Okan ise az pişmiş “Irish Beef”i ile büyük bir aşk yaşıyor. İnsanın en sevdiği arkadaşları ile bir sofra etrafında geçirdiği vakit gerçek bir terapi... 

Okan'ın aşık olduğu "Sirloin Steak"

Kamil ve Ger Sixty 6'de

Çok kahkahalı, çok lezzetli ve çok sohbetli bir yemeğin ardından, kendimizi küçük bir açık hava partisini andıran Temple Bar bölgesinde bir pub turu için hazır hissediyoruz. Gece boyunca birçok puba uğruyoruz. Hepsinin ortak noktası iyi müzik ve arkadaş canlısı iyi insanlar... Zaten iyi bir gece geçirmek için bunlar yeterli...

Temple Bar
Bu geceden aklımda kalan en güzel mekan Dublin’in viktoryen pubu “Long Hall”, gerçekten gördüğüm en güzel publardan bir tanesi... İnce uzun bir plana sahip olan bu pubun adı da buradan geliyor. Long Hall nefis ahşap oymalı barı ve zarif avizeleriyle insanın gözünü okşuyor.
 
Long Hall'da henüz gecenin başı
Bu geceden alınan en önemli derslerden biri de “asla bu kadar İrlanda içkisini birbirine karıştırma” oldu, bu gerçeği anlamam sabah saatlerini buluyor tabii...

DUBLİN’DE SAKİN BİR PAZAR SABAHI

Brunch @ Bibi's
Sabah bir kısmımız yogaya, bir kısmımız koşmaya gidiyoruz... Sonra kanal kenarından uzun bir yürüyüşle Portobello Road’a geliyoruz, burası şehir merkezinden uzak bir mahalle ancak yeni yeni canlanmaya başlamış. Şirin iki katlı müstakil evler, renkli kapılarıyla sağlı sollu sıralanmış; arada çok hoş kafeler ve bugün Pazar olduğu için brunch yapan insanlar var. Hava dışarıda oturulabilecek kadar sıcak... Biz de brunch için buradaki en hoş kafelerden biri olan Bibis’i seçiyoruz ve dışarıdaki bir masaya kuruluyoruz. Bu hayatımın en unutulmaz lezzetteki brunchlarından biri oluyor. Ismarladığım yumurta öyle farklı ve lezzetli ki; anlatması oldukça zor ama deneyeceğim. Altında kremamsı balkabakları, üzerinde iki adet nefis poşe yumurta, onunda üzerinde sarmısaklı yoğurt ve son derece acı, koyu kırmızı renkte “chilie” biberi parçaları... Hayatta aklıma gelmeyecek bir kombinasyon, dehşetli bir lezzet...

Mükemmel balkabaklı poşe yumurta @ Bibi's

Bunun üzerine de kahveyle nefis fıstık ezmeli brownieler paylaşarak, bu uzun Pazar brunchunu taçlandırıyoruz.

Bu kadar yemekten sonra, günün geri kalanını şehir merkezine gidip yürüyerek geçirmeye karar veriyoruz. Dublin kalesi, Grafton caddesi civarındaki minik sokaklar ve İrlanda el sanatı ürünleri satan eşsiz dükkanlar arasında zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz bile... Akşam üzeri eve doğru yürürken Merrion Meydan’ından geçiyoruz. Burası Dublin’in en önemli meydanlarından biri; İrlanda Parlementosu, National Museum ve National Gallery burada... Ve Dublin’in diğer bir önemli oteli “The Merrion” da burada... Günümüzde şehre gelen birçok ünlüyü ağırlayan bu otel aynı zamanda şehrin tek Michelin yıldızlı restoranı Patrick Gilbaud’a da ev sahipliği yapıyor. Biz de barına gidiyoruz, şömine karşısındaki rahat koltuklara kurulup birer viski ile giden günü uğurluyoruz.

YENİ GÜN, MERRION SQUARE PARK VE OSCAR WILDE

Bugün Pazartesi, günü Okan’la baş başa geçireceğiz. Hava güzel bu nedenle biz de evden çıkıp yürüyerek merkeze gitmeye karar veriyoruz.

Merrion Square Park
Merrion meydanından geçerken buradaki parka uğruyoruz, zira bu park Oscar Wilde sevenler için önemli... Wilde  bu parkın karşısındaki bir evde yaşamış ve parkta güzel bir heykeli bulunuyor. Bu heykel aynı zamanda şehrin renkli taşlarla yapılmış tek heykeli; parkın köşesinde kayaların üzerine oturmuş, bir zamanlar yaşadığı evine doğru bakıyor; yeşil ceketi ve siyah ayakkabıları ile çok tatlı görünüyor gerçekten; elinde vazgeçemediği piposu da varmış ama maalesef çalınmış... Dublin’in tüm parklarında olduğu gibi burası da öyle “nemli, yeşil ve sakin”  ki insan meditasyon yapmış kadar dingin hissediyor gezerken...

Parktaki Oscar Wilde heykeli


VIKING SPLASH TOURS VE PIG’S EAR

St Stephan’s Green isimli bir diğer parkın önünden geçerken bir çok şehir turuna rastlıyoruz. Normalde bu tür şehir turlarına şüphe ile yaklaşan ben, daha önce bir başka sevgili arkadaşım Özge’den methini duyduğum “Viking Splash Tours”u ve Viking şapkalı adamı görünce bu tura katılmak için dayanılmaz bir istek duyuyorum... Öğleden sonra için bir rezervasyon yaptırıyoruz ve zil çalan karnımızın bizi götürdüğü yere doğru savruluyoruz.
İrlanda’da iyi restoranlar uygun fiyatlı öğlen menüleriyle meşhur, biz de bunu değerlendirip, öğle yemeğini Trinity College’e yukardan bakan meşhur Pig’s Ear isimli restoranda yemeye karar veriyoruz. Sonuç olarak buz gibi birer kadeh Sauvignon Blanc eşliğinde nefis bir İrlanda somonundan oluşan antre ve balık ağırlıklı bir ana yemek bu güzel güne lezzet katıyor... Burada yediğimiz en ilginç ve lezzetli şey ise “soda bread ice cream ve honey comb biscuits” oldu; yani  sodalı ekmek dondurması ve bal peteği bisküvileri... İlginç değil mi? Bir o kadar da lezzetli...

Viking Splash Tour'un amfibik deniz aracı

Viking Splash Tour zamanı geliyor. Bu turu size şöyle anlatayım; sarı gemi şeklinde bir otobüs düşünün; aslında bu amfibik bir çıkarma aracı; hem denizde hem de karada gidebiliyor. Aracı Viking kılığında oldukça komik bir adam kullanıyor, tahminimce kendisi tiyatrocu... Hepimiz Viking şapkalarımızı takıyoruz, etrafta gördüğümüz herkes Keltmiş meğer; otobüs dolusu onca adam yolda giderken onlara sinsice yaklaşıp, aniden bağırıyoruz (çoğu kişi boş bulunup korkuyor; özellikle de Amerikalı turistler). Geri kalan zamanda ise rehber  geçtiğimiz yerleri anlatıyor. Kamil’in de evinin bulunduğu Docklands’e gelince araç kanala giriyor ve tur kanalda devam ediyor. Oldukça eğlenceli ve sıra dışı bir tur...

AYRILMAZ İKİLİ: BONO VE DUBLİN

İyi bir Dublinli olmanın en önemli şartı her koşulda Bono ile dalga geçmek sanırım... Tur boyunca her fırsatta laf dönüp dolaşıp Bono’ya geliyor.
Bu çılgın tur sonrasında kendimizi Dublin’in diğer bir önemli pubu olan Kehoes’de birer Guinness ile ödüllendiriyoruz.

YAĞMURLU BİR GÜNDE KILMAINHAM HAPİSHANESİ

Yeni gün yağmurla geldi, bu öyle bir yağmur ki; şemsiyeyle korunmak neredeyse olanaksız ve oldukça anlamsız. Sanki bir bulutun içinde yürüyormuş gibi hissediyorsunuz, her tarafınız minik minik ıslanıyor.

Bugünkü planımız İrlanda tarihinin en önemli mekanlarından biri Kilmainham hapishanesini ziyaret etmek. Buraya Luas adı verilen tramvayla gideceğiz ancak hangi durakta ineceğimizi anlamamız epeyi zaman alıyor.. Tatilin başından beri yaşadığımız ilk aksan sorununu da bu esnada yaşıyoruz. Tramvay durağındaki görevliye Kilmainham hapishanesi için hangi durakta ineceğimizi soruyorum, vurgularından anladığım kadarıyla adamcağız uzun uzun tarif ediyor ancak bu tariften tek bir kelime dahi anlayamıyoruz. Teşekkür edip uzaklaşıyoruz ve yeni birine soruyoruz. Sonunda durağı keşfediyoruz; “Suir”...

Hapishane gezmek zaten başlı başına üzücü bir durum ve bu üzücü olaylarla dolu bir tarihle birleştiğinde iyice içinden çıkılmaz bir duygu durumu yaratıyor insanda... Batı kanadı yani, ilk inşa edilen orijinal kısım bir zamanlar öyle kalabalık olmuş ki bazı mahkumları Avustralya’ya göndermişler. Özellikle İrlanda tarihinin en üzücü olaylarından biri olan “potato famine” (yani patates kıtlığı) döneminde yemek çalmak ya da dilenmek gibi suçlardan binlerce insan yatmış burada; bazıları için ise bu hapishane yemek bulabilecekleri güvenli bir yer olması açısından cazip olmuş. 5 yaşındaki çocuklar bile yemek çalmak ve dilenmek gibi suçlardan burada hapis yatmış.

Bunların yanı sıra İrlanda bağımsızlık mücadelesinin ateşini yakan hikâyeler de hep bu hapishanede geçmiş. Özellikle mücadeleyi ilk başlatan Robert Emmett’in kafasının kesilip, cesedinin hapishane dışına asılması -ki aslında bu yolla destekçilerinin gelip cesedi alırken, onları tuzağa düşürüp yakalayabileceklerini düşünmüşler...

Hapisanenin filmlere konu olan Viktoryen bölümü


Hapishanenin daha önce bazı filmlerde de gördüğümüz modern Viktoryen kısmı ise çağının ilerisinde birçok sisteme sahip olsa da bu kısım da özellikle bağımsızlık mücadelesi döneminde bir çok önemli olaya şahit olmuş.
Bunlardan en önemlisi de 1916’daki Paskalya ayaklanması sonrasında kurşuna dizilen 16 kişi ve her birinin son saatlerinde yaşadıkları... Aralarında idam edilmeden önce evlenen bile var... Görünüşe göre bu 16 genç idam edilmeseymiş, bağımsızlık fikri hiçbir zaman halk tarafından böylesi bir destek görmeyebilirmiş.

Bütün bu hikayeyi anlatan Michael Collins isimli film hapishane gezisi boyunca hep aklımın bir köşesinde, zaten filmin bu hapishanede geçen kısmı da, gerçekten burada çekilmiş. IRA’nın kuruluş hikayesini, kurucusu Michael Collins’in hayat hikayesi içinde veren bu filmde, aslında bağımsızlık mücadelesinin iki liderinin arasındaki çekişmenin sonucunda politikacı olan liderin; idealist ve asker karakterli olan lideri nasıl harcadığı anlatılıyordu. Bu çok bildik bir hikaye aslında... Bana Che’nin hikayesini anımsattı...

GUINNESS İÇİN HARİKA BİR GÜN; SLAINTE!

Guinness'in eski kampanyalarından biri
Okan için bu tatilin en önemli anı gelip çatıyor; Guinness Storehouse ziyareti...
Dev bir fabrika binası ve etrafında geleneksel giyimli faytoncuların sürdüğü, çeşitli publara ait son derece geleneksel ve şık görünen faytonlar park etmiş, birilerini bekliyor. Bu eski fabrika, yeni müze daha kapısından girmeden bir harikalar diyarı havası yaratmış bile...


Biraz uzaktan bakıldığında dev bir Guinness bardağı (pint) şeklinde görünen bina 1904’ten 1988’e kadar Guinness fabrikası olarak hizmet vermiş, bugün ise İrlanda’nın simge içkisi Guinness’e adanmış ve onun 250 yıllık zengin hikâyesini anlatan bir müzeye dönüştürülmüş. Dublin’in simge binalarından biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aslında kendilerine müze demek yerine çağın yeni akımına uyarak, “ziyaretçilerine bu meşhur biranın yapımına ve tarihine adanmış bir deneyim” sunduklarını ifade ediyorlar ve 7 kat boyunca Guinness’le ilgili aklınıza gelen gelmeyen bir çok hikaye anlatıyorlar, hatta bazı katlardaki aktivitelere katılabiliyorsunuz.

Guinness Storehouse'tan bir enstantane
”Bir bira hakkında ne anlatılabilir ki” diye düşünenler olabilir. Özellikle de böyle düşünenlerin görmesi gereken bir yer bence ve tabii pazarlama ile ilgilenen kimseler için de son derece ilham verici bir müze burası...
-1. Katta binanın tarihine ait parçalar, fotoğraflar var; ancak tipik bir ziyaret giriş katından başlıyor, burada hammaddeleri ve kaynaklarını anlatıyor; 1. Katta mayalanma süreci anlatıldıktan sonra tadım yapılıyor; 2. Katta bence Guinness’i Guinness yapan en önemli unsur, yani “pazarlama” anlatılıyor ve bu kat gerçekten çok zengin ve etkileyici; 3. Katta Guinness’te çalışmış herkesin kayıtlarını bulabildiğiniz bir bölüm var, eğer Guinness’te çalışmış bir akrabanız varsa burası ilginç olabilir; bunun dışında sponsorluklarla ilgili filmleri izleyebilir ve interaktif bir test olan “drink IQ” ya katılabilirsiniz.; 4. katta kendi Guinness’inizi doldurmayı deneyebilir (ki bu biraz alışkanlık gerektiren bir aktivite) ya da interaktif Guinness haritasına mesaj bırakarak, Guinness komünitesine üye olabilirsiniz; 5. Katta Guinness’le hazırlanan tarifleri inceleyebilir ve deneyebilirsiniz. En üst katta ise Gravity Bar’da, 360 derece Dublin manzarasına karşı mükemmel birer Guinness yuvarlayabilirsiniz.
Okan ve Guinness'i
Biz de, tabi, bu kadar yoğun pazarlamaya maruz kaldıktan sonra gereğini yaparak, puslu Dublin’e karşı Guinness’lerimizi yudumluyoruz.

FRENCH PARADOX’TA TATLI BİR AKŞAM YEMEĞİ

Akşam Kamiller ile French Paradox isimli harika bir restoranda buluşacağız. Burası tüm şarap severleri heyecanlandıracak harika bir konsepte sahip. Burada bir tadım menüsü ısmarlayarak, bir çok şarabın minik tadım boylarından deneyebiliyorsunuz. Daha sonra beğendiğiniz bir tanesinden bir şişe söyleyebilirsiniz. Tadım menüsü değişebiliyor, yani bir sonraki gelişinizde bambaşka şaraplar tadabilirsiniz. Tadım menüsünün haricinde de oldukça zengin bir şarap menüsüne sahip burası. Yiyecek olarak ise şaraba eşlik edecek her şey mevcut; Meşhur Fransız kaz ciğerinin (fois gras) en güzel örneklerine ayrılmış ayrı bir bölüm var menüde, bunun dışında salatalar, peynir ve şarküteri tabakları ve normal yemek yemek isteyenler için de günün menüsü var.
Ve her şey son derece lezzetli...


French Paradox eve çok yakın olduğundan yemekten sonra yürüyerek eve dönmeye karar veriyoruz, yolda da mahalle pubuna uğrayıp başka arkadaşlarımızı görmeyi de ihmal etmiyoruz. Sonuçta yüksek tavanlı mahalle pubunda, şöminenin karşısında nefis bir gece kapanışı oluyor bu...
Mahalle pubunda biz

SON SÖZ

Yarın İrlanda’nın Batı sahilini görmek üzere yola çıkıyoruz. Bunu ayrı bir yazıda paylaşacağım.

Ancak her zaman yaptığım gibi, bu yazıyı bitirmeden önce Dublin hakkında küçük bir toparlama yapmak istiyorum. Yakın zamana kadar siyasi iç karışıklıklar  ve bozuk ekonomiyle boğuşan bir ülkenin başkenti Dublin ancak yakın  geçmişte kalan olumsuzlukların izlerine pek fazla rastlamıyorsunuz. Aksine dünyanın en dost canlısı, sorunsuz ve en samimi milletini görüyorsunuz sokaklarda ve İrlandalılarla sohbetler doğal gelişiyor kendiliğinden... Geçmişte nasıl bir iç savaş çıkmış olabileceğini de bir türlü anlayamıyorsunuz.

Bunun dışında kültür dolu, yemyeşil bir başkent Dublin... Her köşesi bir hikaye barındırıyor. Sokaklarında nefes aldığınızı hissediyorsunuz.

Son yıllarda özellikle internet sektörü ile ilgili Google, Facebook, Twitter gibi çok önemli yatırımları kendine çekmiş olduğu için genç ve uluslararası bir nüfusu da içinde barındırıyor... Bu da şehre ayrı bir ruh katmış. Ayrıca gastronomik açıdan beklenmeyecek kadar zengin bir şehir, yediğimiz her şey yerel, taze ve çok lezzetliydi.

Hayatımda ilk defa bir şehirden dönerken “burada yaşamak isterdim” diyerek dönüyorum, belki en yakın arkadaşım burada yaşadığı için de böyle hissetmiş olabilirim ama işte tam olarak bunu düşünüyorum.

*Bu yazıdaki bazı fotoğraflar sevgili arkadaşım Özge Mumcu'nun arşivinden alınmıştır. Kendisine ve bu keyifli anları paylaştığımız Kamil Tavas ve Gerard James'e sonsuz teşekkürler...


ADRESLER:

Aşağıda adresini vereceğim iki otel şehrin en eski ve en iyi otelleri... Her ikisinin de harika barları var. 5 çayı ya da birer akşam üzeri içkisi için harikalar...

THE SHELBOURNE HOTEL
27 St Stephen’s Green
+353 1 6634500

THE MERRION
Upper Merrion Street Dublin 2
+353 1 6030600

RESTORAN / KAFE:

BIBI’S CAFE (Mükemmel bir brunch için)
14b Emorville Avenue, Dublin 8
+353 1 4547421
BRASSERIE SIXTY 6
66-67 South Great Georges Street, Dublin 2
+353 1 4005878

THE PIG’S EAR
4 Nassau Street Dublin 2
+353 1 6703865

THE FRENCH PARADOX      
53 Shelbourne Road
Ballsbridge Dublin 4

ALIŞVERİŞ:
AVOCA (Sevimli bir İrlanda el sanatları dükkanı)
11-13 Suffolk Street Dublin 2
+353 1 6774215

GELENEKSEL PUBLAR İÇİNDEN BİRKAÇ İYİ ÖRNEK:

LONG HALL
51, South Great George Street

KEHOE’S
9 South Anne Street

STAG’S HEAD
1 Dame Ct





2 yorum:

  1. Merhaba,
    arkadaşım Özlem Saraç sayesinde blogunuzdan haberdar oldum. Yemeyi, içmeyi ve seyahati çok seven biri olarak büyük keyifle okuyorum. Hayatta en çok gitmek istediğim yerlerden biri olan İrlanda'yla ilgili yazılara özellikle bayıldım. Umarım yakın zamanda gidebilir ve tavsiyelerinizden faydalanabilirim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba,
      Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim... İrlanda gerçekten güzel insanlarla dolu, çok güzel bir ülke... Umarım yakında gidersiniz... Eğer arkadaşlarınızla giderseniz deniz feneri kiralama seçeneğini de değerlendirin derim, bizim vaktimiz yetmediğinden yapamamıştık ama çok keyifli bir alternatif olacağına eminim... Size bol gezmeli ve güzelliklerle dolu bir yaşam dilerim... Sevgiler :)

      Sil