İnsanlar bebek sahibi olduktan sonra
ilişkilerindeki odak nokta ister istemez biraz değişiyor. Oysa baş başa
yapılacak bir tatil, bu durumun birazcık dışına çıkmanız ve ilişkinize
güzellikler katmak için harika bir fırsat olabilir... İşte dört gecelik Atina
ve Hydra tatili böyle bir tatilin hikayesi...
Bebeğiniz olduktan sonra ilk kez baş başa
yapacağınız tatilden ne beklersiniz? Tabii ki, bol dinlenme, biraz sükûnet,
biraz sessizlik, mümkünse deniz ve güneş... Bu beklentilerle planlarımızı
yapmaya çalışırken yakın olması ve uygun uçak bileti fiyatlarının yanı sıra;
hem bir sürü adasıyla farklı seçenekler sunması, hem de Ekim ayında hala denize
girilebilecek bir yer olması sebebiyle Yunanistan üzerine yoğunlaştık ve Atina’ya
biletlerimizi alıverdik. Atina’ya yakın adalar içerisinde kendimize uygun bir
yerler ararken de, küçük, güzel ve arabasız olması sebebiyle Hydra’yı seçtik.
ATİNA’DA BİR GECE
Uçağımızı beklerken, aylardır ilk defa baş
başa bir şeyler yapacağımız için heyecanlı; küçük ponponumuzu özleyeceğimiz
için biraz buruk hissediyoruz. Tam vaktinde uçağa biniyoruz ve tam bir saat on
dakika sonra Atina Venizelos havaalanındayız, her şey tıkır tıkır işliyor,
hızlıca havaalanından çıkıyoruz. Otelimizin bulunduğu şehir merkezine metro ile
gitmeye karar veriyoruz.
Komşumuz Yunanistan’ın en önemli meydanı olan
Syntagma’da büyük bir kalabalık var; insanlar buluşuyor, oturuyor, kafe frape
içiyor, sohbet ediyor, biz de önümüzde bavulumuz, hangi yöne gideceğimizi
bulmaya çalışıyoruz. Meydanının ortasında etrafımdaki genç kalabalığa
bakıyorum; evet krizin ortasındalar; ama hayat sonuna kadar devam ediyor gibi
görünüyor bu meydanda...
Biz bakınırken otelimizin olduğu Plaka’nın yönünü
gösteriveriyor birisi, sanki bütün yüzler, bütün profiller tanıdık... Yönümüzü bulunca kısa bir yürüyüşle otelimizin
önünde buluyoruz kendimizi...
Akropol |
Akşam için hazırlanıp, kendimizi Plaka
sokaklarına vuruyoruz önce, bu küçük mahalle, çekiciliğini tepesinde yükselen
Akropol’den alıyor. Plakanın ana caddesi Adrianou Street; sağlı sollu turistik
dükkanlardan oluşuyor; içlerinde orijinal bir kaç sanat dükkanı da mevcut... Gün
yavaş yavaş alçalırken, Okan “gün batımını kaçırmayalım, bir bar biliyorum, ama
koşmamız lazım” diyor, soru sormadan takip ediyorum kendisini... Plaka’nın
kalabalıklarını geride bırakıp, bir perküsyon ekibinin agresif ritimlerle
inlettiği Monastraki meydanına çıkıyoruz.
Meydanda gençler, canlı bir uğultu ve
ritim var sadece... Kafamı sola doğru çevirince tepenin üzerinde yükselen akropol
büyüleyici... Yine hızlı adımlarla, meydanın karşı köşesine yürüyüp, kapısında
360 yazan bir binadan içeri giriyoruz, asansörle en üst kata çıktığımızda bizi
akropol manzaralı harika bir bar karşılıyor. Yüksekteki bu terasa çıkınca, aşağıda
sokaklarda dolaşırken kendini pek de belli etmeyen, sersemletici rüzgarın
farkına varıyoruz; buna rağmen birer prosecco ile Akropol manzarasına karşı
burada olmanın tadını çıkarıyoruz. Rüzgarın yarattığı sersemlik, prosecconun
neşesine karışıyor.
Yukarıdan Monastraki Meydanı |
Az sonra yeniden Monastraki Meydanı’nda,
şehrin müthiş Cuma canlılığını izliyoruz. İstanbul’un bundan iki-üç sene önceki
halini düşünüp, üzülüyorum biraz... Muhafazakarlık pompalandıkça uçan enerji ve
neşemiz, artık yok ne yazık ki; oysa tarihinin en büyük ekonomik çöküntüsünü
yaşayan Yunanistan’ın her şeyi düzeltebilecek enerjisi bu meydandan taşıyor
adeta...
Bir sokak manzarası |
Ben bunları düşünürken, Okan yine kırk yıllık
Atina’lı gibi, beni bir yere doğru götürüyor. Çok geçmeden, Plaka’ya göre
cansız bir mahallede olması sebebiyle ilk başta cezbetmeyen; ancak içeri
girdiğinizde yüksek tavanı, Yunanlı kalabalığı ve bir aile işletmesi havasıyla bizi
içine doğru çeken Tzitzikas kai Mermigas’ın önünde sıra bekliyoruz. Çok
geçmeden dışarıdaki bir masada yerimizi alıyoruz. Menüde bulunan birbirinden
güzel, ve çoğu çok tanıdık seçenekler arasında kayboluyoruz. Sonunda Yunan
salatası, mücverin daha pofuduk ve daha peynirlisi olarak tarif edilebilecek
“kabak topları”, kaygana, midye ve kadayıfa sarılı sakızlı tavuk söylüyoruz,
bir de en iyisinden Yunan kırmızısı önermesini rica ediyoruz tatlı
garsonumuzdan... Aylardan Ekim, hava öyle yumuşacık ki askılı elbisemin
üzerindeki şalla dışarıda oturulabiliyor... Şölen gibi bir gece...
Biraz çok yemekten mustarip, otele dönmek
üzere, kalkıyoruz buradan ama Okan’ın sürprizleri daha bitmiyor anlaşılan; zira
yine ara bir sokağa doğru sürükleniyorum kendisi tarafından. Yedi-sekiz
dakikalık bir yürüyüşten sonra muhteşem swing melodileri ve dışarı taşan “hip”
kalabalığı ile Baba au Rhum isimli bir bardayız. Bu harika barın en önemli
özelliği, adından da anlaşılacağı üzere müthiş bir rom seleksiyonuna sahip
olması. Ansiklopediyi andıran menüsü, dünyada iyisiyle kötüsüyle rom üreten tüm
ülkelerin çeşit çeşit romlarıyla ve tabii rom ile yapılan oldukça orijinal
kokteyllerle dolu...
ATİNALİ TAKSİCİYLE MİNİ CİNNET KEYFİ
Sabah, önceden biletlerini aldığımız feribota
binmek üzere Pire Limanına doğru, taksiyle yola çıkıyoruz. Konuşmalarından
anladığımız kadarıyla taksicimiz koyu sağcı, ama dünyaya da açık sayılabilecek
bir adam. Aynı zamanda çok iyi İngilizce konuşuyor, biz de bunu bir avantaj
olarak görüp, yol boyunca sohbet ediyoruz kendisiyle; krizden, turizmden, iki
ülkenin de politikacılarının kirlenmişliğinden konuşuyoruz. Ancak Pire’ye
vardığımızda, limanın önünde protesto yürüyüşü yapan kızıl bayraklı kalabalığın
yolu kapattığını görünce, adeta çıldırıyor. Yarı Yunanca, yarı İngilizce
bağırmaya başlıyor; “Allahın cezası komünistler, grevle bir şey olmaz, çalışın”...
Biz inmek için kıpırdanmaya başlıyoruz, “olsun limanın önüne kadar götürmenize
gerek yok” filan diye geveliyoruz. Bizi indirmek için, köşedeki polisin yapma
dediği yasak dönüşü yapıp, polise de açık pencereden aleni bir şekilde, küfür
ettikten sonra, bizi köşede indiriyor nihayet... Bu olay, ülkedeki krizin insanlarda
yarattığı gerginliği en açık şekilde görmemizi sağlıyor. Pire’de liman çevresi
sevimsiz, limanın içi ise tekinsiz görünüyor. Fazla etrafta dolaşmamaya karar
veriyoruz.
BAŞLI BAŞINA BİR DENEYİM; ÇEKİRGE
Büyük gemilerin haricinde, adalara giden iki
çeşit feribot var; Flying Dolphin ve Flying Cat... Bizim aldığımız biletler
Flying Dolphin için; bu teknenin evrensel adı Hydrofoil; ancak kızakların
üzerinde gittiği için bence bu aleti en iyi tarif edebilecek kelime “çekirge” ...
Yunan deniz yollarıyla seyahat başlı başına
anlatılması gereken bir deneyim bence, zira ortama hakim olan organize kaos
havası oldukça komik manzaralara yol açıyor.
Vakit geldiğinde yolcular tekneye doğru sıra
oluyorlar, biz de hemen sıradaki yerimizi alıyoruz, ama sıra bir türlü ilerlemiyor,
çok geçmeden anlıyoruz ki, kimse tekneye binmiyor, sadece sırada sohbet
ediyorlar. Bunun yanı sıra, bir de görevlilere bağırıp duran bir grup insan var.
İçeri girip, koltuk düzenine baktığımızda, anlıyoruz ki internetten beraber
alınan yerlerimiz birbiriyle alakasız iki koltuk; bu duruma alışkın olan
Yunanlılar biletlere bakmadan, geldikleri gibi hızlı hızlı, buldukları yerlere
oturuyorlar. Zaten benim de yerimde kalkmaya niyeti olmayan ve hiçbir dil
anlamayan bebekli bir aile oturuyor. Durumu kavrayınca biz de bulduğumuz güzel
bir yere oturuyoruz. Bu arada bavul miktarı o kadar çok ki, çok geçmeden
basacak yer kalmadığı gibi; bir görevli ayağımı kaldırmamı işaret edip,
ayağımın altına da birkaç bavul yerleştiriveriyor... Ayakta kalan yaşlı bir
adam görevli tarafından azarlanıp, bavulunun üstüne oturtuluyor... Ve daha
neler neler...
Birazdan çekirge kızakları üzerine yükseliyor
ve suyun üzerinde adeta uçarak, önce Paros’a; sonra Paros’ta kaybedilen bir
valiz üzerine çıkan kavganın uzaması sebebiyle 20 dakikalık bir gecikmeyle
Hydra’ya varıyor.
HYDRA
Hydra 1960’lardan günümüze taşıdığı, sofistike
havasıyla oldukça çekici bir ada... Popüler olmasına rağmen küçük; araba barındırmaması sebebiyle de
bulunduğumuz ruh haline bir hayli uygun...
Hydra Limanı |
Küçük bir limandan, yukarı doğru uzanan bir
köyü ve sahilden yürüyerek ulaşılan plajları var; daha uzaktaki plajlara
limandan tutacağınız deniz taksi ya da minik dolmuş motorlarıyla
gidebiliyorsunuz. Adada araba yok ancak yürümek istemiyorsanız bir alternatifiniz var; eşeğe binmek. Adanın genelinde ulaşım eşeklerle sağlanıyor. Biraz yürümek ya da tırmanmak isterseniz, trekking haritasında önerilen
dağ yollarını da deneyebilirsiniz... Bütün bunlar oldukça kompakt bir alana
yayılıyor... Burayı çekici kılan da bu özelliği, yani minik bir inziva adası
olması...
Eşekler genellikle limanda park halinde |
Nitekim, ada, önce 1957’de Sophia Loren’in baş
rolünde olduğu “Boy on a Dolphin” filminin burada çekilmesi, ardından da
1960’da Leonard Cohen’in buradan bir ev almasıyla, 60’lı yıllarda şöhretinin
zirvesine ulaşmış. Bu küçücük hilal biçimli sevimli liman tüm Avrupa jet
setinin uğrak yeri, en çılgın partilerin mekanı olmuş. Beni en çok etkileyen de;
bu popülaritenin adayı bozup, yozlaştırmamış, sitelerle doldurmamış olması...
Eminim, yine de eski halini bilenler için, belli bir oranda yıpranmıştır ama
gözü rahatsız eden bir bozulma söz konusu değil.
HYDRA’DA İLK AKŞAM
Günü limandaki pahalı dükkanlara bakarak,
kafelerde oturup, frape içerek ve biraz da patikalarda yürüyerek geçirdikten
sonra akşam yemeği için gözümüze çok hoş görünen tipik bir tavernada
rezervasyon yaptırıyoruz.
Biraz dinlenip, akşam için enerji topladıktan
sonra çıktığımızda tatlı bir sonbahar yağmuru karşılıyor bizi, yağmurda
yürüyerek limana iniyoruz. Bu akşam ki güzel tavernamız Paradosiako’daki tatlı
garsonumuz bizi dışarda ama yağmur almayan harika bir yere oturtuyor. Buradan
hem sokağın canlılığını, hem yağmuru izleyebiliyoruz... Salata, cacık, birkaç
tanıdık meze ve sardalyadan oluşan tipik siparişimize; “Babazim” adında daha
önce hiç tatmadığımız bir uzo eşlik ediyor... Bir Plomari değilse de; denemeye
değer... Uzun, keyifli ve bol sohbetli bir yemekti...
Muhteşem Sardalyalar ve Babazim |
Yemek bitince soğuk
rüzgara rağmen sahildeki Pirate Bar’da kuytu bir masaya oturup,
yağmurluklarımıza sarınıp, geceye devam etmeye karar veriyoruz... Rüzgarın
yarattığı bir tenhalık hakim sahilde; yine de rüzgara karşı oturup bir şeyler
içmek çok keyifli...
ADADA MÜKEMMEL KAHVALTININ ADRESİ; ISALOS
Gün, uzun zamandır hayalini kurduğumuz gibi,
uzun bir sabah uykusu ile başlıyor. Ardından 10.30 gibi kahvaltı etmek üzere limana
iniyoruz. Daha önce hakkında pek çok iyi şey duyduğum, Isalos’a oturuyoruz.
Burası gerçekten de gördüğüm en iyi kahvaltı menülerinden birine sahip, biz de
her zevke göre oluşturulmuş zengin kahvaltı menülerinden birini seçiyoruz.
Önümüze gelen her şey kaliteli, taze ve lezzetli... Bizim ısmarladığımız
Akdeniz kahvaltısı; ev yapımı çörek ve ekmek çeşitleri, tereyağı, reçel,
peynir, domatesli-beyaz peynirli yumurta (menemene benziyor), ballı yoğurt,
taze portakal suyu, içebildiğiniz kadar çay veya kahve çeşitleri içeriyor.
Masayı donatıp, uzun bir kahvaltı ve kitap-kahve keyfi yaptıktan sonra sahilden
plajlara doğru uzun bir yürüyüşe geçiyoruz.
SAHİLDEN PLAKEA PLAJINA DOĞRU
Hedefimiz yürüyerek gidilebilecekler
arasındaki en uzak plaj; Plakea; toprak yoldan yürüyoruz. Sağımızda masmavi
Ege; solumuzda yemyeşil bir tepe ve tepenin üzerinde kuş avlamakta olan avcılar...
Bu sebeple yolun bir kısmına silah sesleri ve etrafta koşturarak vurulan
kuşları aramakta olan av köpekleri eşlik ediyor.
Plakea’ya kadar üç ayrı plaj ve üç ayrı
yerleşim yeri geçiyoruz... Hava bir kapayıp, bir açıyor ama neyse ki yağmur
yağmıyor.
Plaja ulaştığımızda güneş iyice kendini
gösteriyor ve hava iyiden iyiye yazdan kalma bir güne dönüyor.
Plakea’da Four Seasons isminde oldukça iyi bir
otel bulunuyor, otel bilinen zincire ait değil; bağımsız iyi bir butik otel
olarak tanımlanabilir... Plajın kenarında otele ait güzel bir taverna
bulunuyor. Plaj da otel tarafından işletiliyor, ancak kapatılmış değil; isteyen
istediği gibi gelip, plajı kullanabiliyor, sadece eğer şezlong ve şemsiye
kullanmak isterseniz para ödüyorsunuz.
Biz de, bu uzun yürüyüş sonrası, tavernada
plaja bakan bir masaya kurulup, hafif mezelerle birer kadeh Plomari keyfi
yapıyoruz. Kalan Plomarilerimizi de pırıl pırıl denizin içinde içip, yazdan
kalma bu harika günün tadını çıkarıyoruz.
Saat 05.00’te Hydra limanına dönen, otelin
taksi motoruna biniyoruz ve böylece ışıltılı denizin üzerinden süzülerek limana
kadar keyifli bir yolculuk yapıyoruz. Hava bulutlardan tamamen arınmış, yazdan
kalma bir akşamüstü limanda bizi karşılıyor...
KAPALIÇARŞI’DAN HYDRA’YA UZANAN HİKAYE...
Akşam üzeri limandaki saçma fiyatlı dükkanları
karıştırırken, Blue Dolphin isimli bir dükkanın vitrininde çok tatlı görünen
şişman kadın heykellerine bakıyoruz. Fiyatlarını sormak için, içeri
girdiğimizde, dükkan sahibi ile giderek koyulaşan bir sohbetin içinde buluyoruz
kendimizi. Nereli olduğumuzu soruyor;
İstanbul’dan olduğumuzu söylediğimizde, hiç beklemediğimiz bir şey oluyor ve
dükkan sahibi beyefendi, birdenbire muhteşem bir İstanbul Türkçesine
dönüveriyor. Sonrası bildik bir hikaye, 1977’ye kadar Kapalıçarşı’da çalışan
Andon Bey; o yıl terk ediyor anavatanı olan İstanbul’u ve bir daha hiç geri
dönmüyor. Buruk bir hikaye olduğunu düşünüyorum bunun, ama kendisi en ufak
olumsuz bir şey anlatmıyor, hep Kapalıçarşı’daki neşeli gençlik günlerinden
bahsediyor. Hani bazı insanların “şeytan tüyü” vardır ya, işte Andon Bey de
öyle bir adam... İyilik ve yaşam enerjisiyle dolu ve hep yardıma hazır.
Hydra’da bulunduğumuz süre boyunca kendisiyle dost oluyoruz ve birkaç kez daha
ziyaretine gidiyoruz. Üstelik şişman kadın heykelleri de çok pahalı sayılmaz...
Onları da alıyoruz, birer hatıra olarak...
IL CASTA
Birkaç günden beri yerel beslenmekte olduğumuz
için bu akşam farklı bir mutfak deneyerek, Yunan mutfağına ara verelim diyoruz.
Bu sebeple de ile akşam yemeğini adanın
İtalyan aile işletmesi, Il Casta’da yemeye karar veriyoruz... Burası Napolili
bir baba ve iki oğlu tarafından işletilen hoş bir yer... Yemekler olağanüstü
değil ama İtalyan lezzeti ihtiyacını karşılıyor... Il Casta’nın mutfağından çok
daha fazla öne çıkan önemli bir özelliği sahiplerinin harika insanlar olması...
Yemeğin sonuna doğru koyulaşan sohbetimiz, Napoli’den İstanbul’a uzanıyor. Sıra
hesaba geldiğinde kartımızı çıkarıyoruz, ödemek üzere; fakat mevsim sonu olması
sebebiyle pos makinasını geri verdiklerini ve nakit ödememiz gerektiğini söylüyorlar...
Üzerimizde Euro yok ve limandaki banka kapalı... “Hay Allah ne yapsak?” deyip,
üzerimizde bulunan dolarla ödemeyi teklif ediyoruz, ama ısrarla “yok yarın
verirsiniz, önemli değil” diyorlar ve bir de üzerine kahve ikram ediyorlar...
(Hatta ertesi gün parayı vermeye gittiğimizde birer kahve daha ikram ediyorlar.)
Gecenin sonunu, harika müziği ile bizi kendine
doğru çeken, Amalour isimli barda getirmeye karar veriyoruz. Çok geçmeden bize
katılan orada otururken tanıştığımız Amerikalı bir çiftle uzun ve keyifli bir sohbet
sonucunda ancak saat 03.00 gibi yatabiliyoruz.
MEVSİMİN SON DENİZ GÜNÜ
Ekim bana göre Ege’nin en güzel ve yüzülesi halidir.
Uyandığımızda havanın pırıl pırıl olması, bugünü hayalini kurduğum gibi, tüm gün
yüzerek geçirebileceğimi gösteriyor. Bu sebeple de yine Plakea’da alıyoruz
soluğu, ancak vakit kaybetmemek için bu sefer otelin taksi botuyla gidiyoruz...
Harika plaja kurulup, kitap okuyup, yüzerek bu güzel günün keyfini çıkarıyoruz.
Hydronetta Bar'dan gün batımı |
Akşam yine saat 5.00’teki taksiyle limana
dönüp, buradaki son günümüzün gün batımını karşılamak üzere meşhur Hydronetta
Bar’a oturuyoruz. Kayalıkların üzerinde gün batımına karşı konuşlanmış olan bu
olağanüstü manzaralı bar; aynı zamanda tüm günü yüzerek geçirebileceğiniz bir
yer; kayalıklardan aşağı inen merdivenlerden rahatlıkla denize giriliyor. Ben
de henüz hızımı alamadığımdan burada da muhteşem görünen, altın renkli gün
batımına karşı denize bırakıyorum kendimi... Daha sonra tuzlu saçlarım ve ıslak
mayomla, peştamalıma sarınmış bir şekilde, yerime geldiğimde, taptaze
malzemelerle yapılmış, leziz şeftalili daiquiri ile karşılaşmak paha biçilmez
bir keyif yaratıyor. Güneş denize düşmekte olan altın bir top gibi, nefes
kesici bir manzara oluşturuyor gözlerimizin önünde... Öyle ki sırf bu barda
oturmak için bile Hydra’ya geri gelinebilir...
FAYDALI ADRESLER:
ATİNA
Otel:
Birkaç
merkezi lüks butik otel önerisi;
A FOR ATHENS
Otel Monastraki meydanına çok yakın, yeni
yapılmış ve güzel bir manzarası var...
2-4, Miaouli Str., Monastiraki , Atina
HOTEL SWEET HOME
Plaka’da yeni restore edilmiş tarihi bir
binada, Syntagma meydanına çok yakın...
Patroou, 5, Plaka, Atina
Restoran
TZITZIKAS KAI MERMIGAS
Turistik kalabalıktan uzakta, muhteşem bir
mutfağa sahip, tipik aile işletmesi...
Mitropoleos 12, Atina
+30 21 0324 7607
Kafe / Bar
360 COCKTAIL BAR
Monastraki meydanında, Akropol manzaralı şık bir teras
barı…
Ifestou 2, Monastraki Square, Atina
+30 210 321 00 06
BABA AU RUM
Burası 2013’te dünyanın en iyi elli barından bir
tanesi seçilmiş, gerçekten çok keyifli bir bar…
Klitiou 6, Atina
+30 21 1710 9140
EAT AT MILTON’S
Sabah kahvesi ya da kahvaltı için harika bir kafe,
müzik güzel ve kuytuda olmasına rağmen Akropol manzarası bile var.
91, Adrianou str. Plaka, Atina
HYDRA
Otel
MISTRAL
Şık bir butik otel, oldukça merkezi lokasyonda,
adanın en iyilerinden...
NEREIDS GUEST HOUSE
Hydra Town’ın biraz yukarılarına doğru
konumlanmış, şık bir pansiyon, diğerlerine göre daha uygun fiyatlı, sahibi
Kostas çok yardımcı ve misafirperver birisi...
+30 22980 52387
FOUR SEASONS
Yazıda anlattığım Plakea plajında bulunan, çam
ve zeytin ağaçları içinde, 6 süit odadan oluşan lüks otel, önünde plaj ve tipik
bir taverna var, kalabalıktan ve adanın hareketinden uzak, otelin taksi botuyla
da bir o kadar yakın...
Plakes Vlychou, Hydra
+30 22 980 53698
HYDRA ICONS
Merkezde hoş bir butik otel, oldukça yeni...
+30 2298 400010
Restoran/Kafe
PARADOSIAKON
Bana göre adanın en iyi tavernalarından bir
tanesi... Mutfak harika, konum merkezi, servis iyi...
+30 22980 54155
IL CASTA
Yazımda anlattığım gibi Napolili bir aileye
ait düzgün bir Italyan lokantası... Sahipleri gerçekten çok sıcak ve iyi
insanlar...
M:+30 698 927 8503
T: +30 22980 52967
ISALOS CAFE
Adanın ve belki de Yunanistan’ın en iyi
kahvaltılarından biri, limanda olduğundan limanın hareketini izleyebilmek için
de güzel bir konumu var...
Bar
HYDRONETTA BEACH BAR
Kaçırmamanız gereken bir gün batımı ve
gerçekten taze malzemelerle yapılmış lezzetli kokteyller...
T: +30 22980 54160
AMALOUR BAR
Adanın sıcak noktalarından bir tanesi, müziği
takip edin Amalour’u bulursunuz.
Tombazi Str, Hydra
Verdiğiniz bilgiler için teşekkürler ve de tebvrikler.
YanıtlaSilSaygılarımla