Daha önceki Paris yazımda, "Paris Je t’aime" filminden esinlenerek, Paris’i bir bütün olarak değil de; farklı zamanlarda
geçen en güzel anılarımdan küçük bir derleme yaparak anlatmıştım. Birkaç kez
gidip, çok sevdiğim şehirlerden bir tanesi olduğu için, Barselona’yı da benzer
bir kurguyla anlatmak istiyorum. Hayır, Barselona için “Seni Seviyorum” serisi
dahilinde bir film çekilmedi, ama ben şimdi küçük bir teşebbüste bulunmuş
oluyorum ve böylece en azından yazı dünyasında bir deneme olarak “Barcelona
T’estimo” var olacak. Bu kadar açıklamadan sonra tahmin edeceğiniz gibi;
“T’estimo” Katalanca, seni seviyorum demek.
Neden Katalanca? diye sorabilirsiniz.
Katalanca, çünkü Barselonalılar İspanyol olarak anılmaktan çok ama çok rahatsız
oluyorlar... Hem İspanya’nın ekonomisini sırtlarında taşıdıklarına inanıyorlar,
hem de İspanyol olmayı reddediyorlar dersem, aslında ne kadar mutsuz bir
milletle karşı karşıya olduğumuzu anlarsınız.
İşin doğrusu, zaten bu durum, genel
davranışlarına da biraz yansıyor. Mesela
turistlere çok da iyi davrandıklarını söyleyemem, böyle bir şey beklemeyin.
Barselona; muhteşem mutfağı, harika bir iklimi, neşeli
sokakları, canlı bir plaj hayatı ve hiçbir yerde göremeyeceğiniz bir mimarisi
olan özgün bir Akdeniz şehri... Hadi o zaman gidelim...
BARSELONA’YA
İLK BAKIŞ
Saat sabahın 8.00’i, metrodan Liceu durağında
inip, dışarı çıkıyorum... Las
Ramblas’ın tam ortasında Barselona’ya alıcı gözle ilk kez bakıyorum; bu geniş,
ama garip bir şekilde sevimli görünen ana caddenin, nispeten tenha
sayılabilecek, sabah manzarasını hafızama kaydetmeye çalışıyorum. Ne de olsa,
gün boyunca her geçen saat bu caddedeki hareket daha da artacak. Elimde
bavulum, Okan’ı beklemek için Opera binasının karşısındaki Cafe Opera’ya
oturuyorum. İspanya’nın muhallebi kıvamındaki meşhur sıcak çikolatasından bir
tane söylüyorum ve seyre dalıyorum... Etrafta sokak gösterisine hazırlanan bir
kukla oynatıcısı, bavullarıyla etrafta koşuşturan Japonlar, yan masamda
kahvaltı eden şık bir adam ve Pazara doğru akmakta olan Barselonalılar (henüz
turistler uyuyor olmalı) var. Sıcak çikolata gerçekten de muhallebi kıvamında,
tarçınlı aromatik bir tadı var; güne mutlu başlamak için harika bir kahvaltı
bu...
Okan gelince, bavullarımızı otelimize emanet
edip, doğruca Barcelona sokaklarına karışıyoruz. Gotik mahallenin (Barri
Gothic) dar sokaklarında gezinirken gördüğümüz mükemmel pastane vitrinleri
aklımızı başımızdan alıyor. Bu şehirde, dünyanın en zor işi, vitrinleri
süsleyen tatlı çörek yığınları arasından, sadece bir tane seçmek zorunda kalmak
olabilir... Basilica del Pi’nin önündeki küçük meydanda kurulmuş bir sanat
pazarını geziyoruz... Kafelerle dolu ağaçlık meydanlar, canlı ve dar sokaklarla
birbirine bağlanıyor. Her köşe başında eski görünümlü, küçük bir tapas bar ve
bu barların önüne doğru taşan lokal bir kalabalık var... Barri Gothic’te sokak
müzisyenlerinin nağmeleriyle dolu Arnavut kaldırımlı meydan ve sokakların,
insan gözlerine sunduğu günlük manzaraların her biri birer festival gibi...
Bu keyifli mahalle turu sonrasında, çok da geç
olmadan günün en önemli olayını gerçekleştirmek üzere, Barselona’nın ünlü
pazarı; Mercado de La Boqueria’ya geliyoruz... Burası yemeyi seven bir insan
için adeta bir cennet, daha kapıdan girer girmez renkli, canlı, çok sesli bir
hareket ve nefis kokular karşılıyor bizi... Daha önce hiç görmediğimiz, hiç alışık olmadığımız
onlarca manzara var etrafta; mesela bir kasapta derisi alınmış ve bir bütün
olarak vitrine asılmış bir tavşan (çok korkunç bir görüntü) ya da kocaman bir
tezgah dolusu canlı ıstakoz; tabii tezgahın başındaki kadın, bir yandan
müşterileriyle uğraşırken; diğer yandan da kaçmaya çalışanları sürekli yeniden
tezgahın içine iteliyor. Bir kasap vitrininde bir adet domuz kulağı öylece
durmuş, alıcısını bekliyor. Dünyanın farklı köşelerinden gelen hepsi
birbirinden tuhaf onlarca çeşit tropik meyve... Kilolarca deniz ürünü... Uçuşan
sular, bağıran adamlar, lezzetli çörekler, renkler, renkler, renkler...
Pazarın içindeki meşhur tapas bar El Quim de
La Boqueria’dan etrafa yayılan lezzetli kokular insanı buraya doğru
yönlendiriyor ister istemez. İtiraf etmeliyim ki aslında tüm gün beklediğimiz
an El Quim’de yiyeceğimiz bu öğle yemeği... Burası pazarın ortalarına doğru
küçük bir tapas bar, etrafında 15-20 kadar uzun bar iskemlesi ver yemeğinizi
barın üzerinde yiyorsunuz. El Quim’de herkes oturmuyor, şarap içenler, sohbet
edenler, sıra bekleyenler tarafından oluşturulan müthiş bir karmaşa var; ama
serviste bir aksama ya da ters giden herhangi bir şey yok. Sadece Pazarın
hareketliliğinin hoş bir yansıması, nefis İspanyol şarapları ve taptaze
tapaslarla tam bir Pazar lokantası... Uzun bir süre ayakta şarap içerek
bekledikten sonra nihayet boşalan iki tabureye kuruluyoruz. Ondan sonra gelsin
karidesler, gitsin kaz ciğerleri, ya da bir çeşit omlet üzerinde servis edilen
taptaze kalamarlar... Nefis, keyifli ve beş duyuya hitap eden bir deneyim
oluyor La Boqueria’da yemek yemek... Bana göre Barcelona’nın kalbi bu pazarda
atıyor...
Pazar sonrası, akşam üzerini karşılamak üzere
Gaudi’nin evi ve irili ufaklı bir çok önemli eserine ev sahipliği yapan ve
şehri yüksekten gören Parc Guel’e doğru yola çıkıyoruz. Barselona, beni daha
ilk günden avucunun içine alıyor; üstelik daha önümüzde Barselona’yı tanımak ve
sevmek için dört uzun gün var...
BARSELONA’DA
BİR SEVGİLİLER GÜNÜ
Eşim Okan’la ayrı şehirlerde yaşadığımız
zamanlarda bazen “sevgililer günü” gibi ticari bir okazyon, iyi bir bahane olur
ve bir şehirde buluşurduk. Aşağıda anlatacağım, Barselona’da geçen bir
sevgililer günü hikayesi...
"Elimizdeki "Time Out Barcelona yeme içme
rehberi" önderliğinde, burada olduğumuz süre boyunca, Barselonalı gibi yaşamaya
karar veriyoruz. Buna göre akşam 7.00 gibi bir tapas bara* giderek enfes
tapaslarla* bir açılış yapıyoruz ve sonra saat 10.00 gibi beğendiğimiz bir
restorana oturup, enfes İspanyol mutfağına ve şaraplarına veriyoruz
kendimizi...
İşte böyle bir seyahat geçirirken, sevgililer
günü sabahına Barselona’da uyanıyoruz ve meşhur yeme içme rehberimizden
bulduğumuz ve İspanya’nın en eski ikinci lokantası Can Culleretes’de akşam için
bir rezervasyon yapmak istiyoruz; fakat gelin görün ki telefonla bir türlü
ulaşamıyoruz kendilerine...
Kararlıyız ya, otelimize çok da uzak olmayan
bu restorana yürüyoruz. Sabah 10.00-11.00 sularında kapıdan giriyoruz, içeride
kimse yok, mutfaktan ise müthiş bir bağırış-çağırış çalınıyor kulağımıza, biraz
daha yaklaşıp kendimizi duyurmaya çalışıyoruz, fakat ne mümkün... Tüm aile
bağrışarak, hummalı bir şekilde öğle yemeği servisine hazırlanıyorlar. Birazdan
yaşlı bir amca, dedeleri olduğunu tahmin ediyorum, bizi görüyor. Rezervasyon
yaptırmak istediğimizi söylüyoruz, Katalanca bir şeyler söyleyerek bizi kapıya
doğru iteliyor. Söylediklerinden anlayabildiğimiz tek şey ise; “erken
gelirseniz yer bulursunuz” şeklinde bir dede tavsiyesi oluyor...
Açıkçası, “eskiliğini” ve “aile tarafından
işletildiğini” görünce, neredeyse kovulduğumuz bu yer, artık bizim için daha da
çekici bir hale gelmiş oluyor. Bu sebeple dedenin sözünü dinlemeye karar
veriyoruz...
Akşam, restorana Barselona için oldukça erken
bir saatte; 8.30-9.00 gibi gidiyoruz... Bu sefer başka bir aksi ve yaşlı aile
üyesi tarafından iyi konumdaki bir masaya oturtuluyoruz. Menülerimizi verirken,
kızgın ifadeli garson dedeye, bütün tatlılığımla, “ne tavsiye edersiniz?” diye
sorma gafletinde bulunuyorum; ancak bu soru karşısında sinirlenen dede,
Katalanca söylenerek uzaklaşıyor... Beş dakika sonra geri geliyor, korkudan
hızlı hızlı veriyoruz siparişleri; bir sürahi de Sangria* söylüyoruz. Bir
dakika sonra, elinde bir şişe şarapla geri geliyor ve şişeyi bir çırpıda
açıveriyor. İkimiz de birbirimize Türkçe “Biz bunu ısmarlamadık, söyle adama,
bize kesin pahalı şarap geçirecekler” mealinde söylensek de; adamın yarattığı o
korku atmosferinde, kendisine itiraz edemiyoruz. Sonuç olarak, ısmarlamadığımız
bir şarabı güle oynaya içip harika bir gece geçiriyoruz. Yemekler son derece
lezzetli...
Sıra geliyor hesaba, kazıklanacağımızdan emin
bir halde, homurdanıp duran, ihtiyardan hesabı istiyoruz. Gelen hesap öyle
komik bir para ki; şarabı yazmayı unuttuklarını düşünüyoruz... Hesabı evire
çevire inceledikten sonra, anlıyoruz ki; garsonumuzun getirdiği şarap aslında
İspanya’nın en genel geçer sofra şaraplarından bir tanesi ve son derece ucuz...
Kazıklanmadığımızı anlamanın verdiği
hafiflikle; yakınlardaki bir bara gidip, birer kadeh Cava* ile sevgililer
gününü uğurluyoruz."
Yukarıdaki yazımda, yanında yıldız bulunan kelimelerin
açıklamalarını aşağıda bulabilirsiniz. Barselona’nın keyfini bir Barselonalı
gibi çıkarmak için bilmeniz gerekenler bu sözlükte...
Tapas: Meze
mantığında, şarabın yanında, paylaşılarak yenen, küçük tabaklarda servis edilen
leziz İspanyol iştah açıcıları...
Tapas Bar:
Tapas yenilip, şarap içilen, neşeli bar ya da meyhane gibi düşünebilirsiniz.
Sangria: Genellikle
genç kırmızı şarap, rom, taze portakal suyu, şeker ve meyve parçacıkları
karıştırılarak yapılan ve buz dolu sürahilerde servis edilen, ferahlatıcı ve
lezzetli bir İspanyol icadı...
Cava:
İspanyol şampanyası, fiyatı son derce uygun...
BARSELONA’DA
BİR CUMA AKŞAMI
Aylardan Mart, hava İstanbul’un Mayıs’ını
aratmıyor. Toplantı sonrası gevşemiş bir halde Placa Sant Josep Oriol
meydanında, lokasyonundan başka hiçbir özelliği olmayan Bar del Pi’nin
masalarında, mutlu surat ifadeleriyle oturuyoruz. Yoğun geçen bir toplantıdan sonra,
hafta sonuna uzanan bu minik kaçamak, hepimizi çok mutlu etmiş belli ki...
Meydanda dev kuklalar, geleneksel bir müzik
eşliğinde bir tiyatro oyunu oynuyorlar, içlerinde eli hançerli Arap bir
karakter de var... Tam ne döndüğünü anlayamasak da, bize yer yer komik gelen bu
gösteri hakkında bir sürü spekülasyon yapmayı ihmal etmiyoruz. Havayı içinize
çekmeye doyamadığınız yaz geceleri vardır ya; işte öyle bir hava var
Barselona’da... İstanbul’da yağmur yağdığını düşününce kendimi şanslı
hissediyorum.
Bize, sarhoş olduğunu düşündüğüm, Güney
Amerikalı bir garson servis yapıyor; adı Pedro ve bu şimdiye kadar aldığım en
kötü, en pervasız ve en komik servis...
Önce içerdeki basit “tapas”lardan birer tabak
ısmarlıyoruz, bir kısmı geliyor, bir kısmı yarım saat sonra geliyor, bir kısmı
ise hiç gelmiyor. Ardından, daha önce burada yiyip çok sevdiğim, kızarmış
yengeç bacaklarından bahsediyorum arkadaşlarıma, Pedro’nun anlayabilmesi için
yengeç taklidi yaparak, bunlardan ısmarlıyoruz. Bu arada meydanda yeni bir sahne
kuruluyor, kadınlardan oluşan harika bir orkestra kulağa çok tatlı gelen
şarkılar söylüyorlar. Kırk beş dakika sonra garsonumuzun bir tepsiyle bize
doğru yaklaştığını görünce, sevinçten alkışlıyoruz... Bir de bakıyoruz; büyükçe
bir tabakta tek bir yengeç bacağı, iki bile değil, ama biz dört kişiyiz... Bu
sahneden sonra artık koyuveriyoruz kendimizi, hepimiz gülüyoruz, ama işin
garibi Pedro bizden daha çok gülüyor... Finalde ısmarladığımız son içkileri
getiriyor Pedro ve bir şişe birayı arkadaşımızın üzerine deviriyor.
Barcelona’da hava güzel, aldırmıyoruz. Gülmekten bayılmadan önce kalkıp,
şehirde dolaşmaya çıkıyoruz.
Sokaklar canlı... Diğer Avrupa şehirlerine
göre çok daha genç bir profil göze çarpıyor. Picasso’nun bir zamanlar gezdiği
sokaklarda yürüyoruz, güle oynaya...
Barselona önerilerimi
haftaya ayrı bir yazıda paylaşıyor olacağım...
Herkese iyi okumalar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder